Çok ilginç bulmuştum sure isimlerinin anlamlarını öğrenince,hatta şaşırmıştım.Sonraları bir kitap dizisi canlandı gözümde.Nahl,Neml,Bakara,Ankebut...Arı,Karınca,İnek,Örümcek...Ara örneklerden sivrisinek,eşek,maymun,kuşlar...Neler anlatır alem bize,kainatı okumaktan habersiz kendi içinden bihaber olunca anlamsız bile gelebilir bir dinin yüce kitabının sure isimlerinin hayvanlar olması..İçine bakınca cümleyi bile buluruz sivrisinekte üstelik,onlardan kimi Allah bunu örnek vermekle ne murat etmiş der,anlamaz,kimi de Rabden gelen haktır der okumaya çalışır..
Bakara sadece inek sığır demek değil,bambaşka anlamları okumak,toprağı yarmak,en güzeli.Hayat kılavuzundan bir harfe daha tanıdık bakmak çok değerli.İçini deşen,ortaya çıkaran bir anlamı var ki bakaranın başından beri kalplerimizi didik didik yoklayan..Alışkanlıklarımızı,genel kabullerimizi,alışılagelmiş yaşantımızı,kime benzediğimizi,şablonlarımızı,kodlarımızı ortaya çıkaran.Hayat denen alış verişte ne aldığımızı ve ne verdiğimizi anlatan.Kurbanlarımızı sorgulayan.
Bir bakara kesmenizi istiyor Allah deyince,hani insan sormuş da sormuştu.Ne renk,nasıl,anlayamadık,hepsi birbirine benzedi,bizim güncel sorulaımızı ekleyelim,öyle mi olsa,böyle mi yapsak,biraz daha açıklasanız,neden acaba,hikmeti nedir,onun yerine şöyle yapsak,sonra yapsak,ben yapınca en güzelini yapacağım ama şimdi zor...vs..vs...Bizden bir şey istenince ne yapıyoruz acaba...Sığırı kes deyince,kesiyor muyuz kelimelerle emri yapmanın heyecanını ve lezzetini mi öldürüyoruz.Ezan okununca mesela,kaç vakit geçiyor şunu mu öncelesem bunu mu derken azapla..Hemen tutunca içimiz dolmuyor mu emniyetle mutlulukla...Ve biliyor muyuz biz neye niyet edersek alem bize onun gerçekleşmesi için yardım eder.Namazdan önceye koyduğumuz iş bitmek bilmez,aksi gider.Tam tersi önce namaz deyince,sonrasında gelen huzurla gelir huzurla gider..
Hasta,huysuz,huzursuz birine iyi gelsin diye,kendime..Allah sahili selamete çıkarsın....
ve kelimeler....kelimeler, seni istediğin şeyi aramaya teşvik etmeleri açısından yararlıdırlar ancak aradığını kelimelerle bulamazsın. Eğer bulabilseydin, bu kadar çabaya ve nefs mücadelesine gerek kalmazdı...
29 Aralık 2010 Çarşamba
28 Aralık 2010 Salı
Başka Bir Cumartesi
İnsanı anlamak kendini anlamak demek.Kendini anlamak ise sahibini anlamak demek.İnsanın her anı kendini anlamak için bir sınav demek.Tasavvufun sürekli salık verdiği gibi,Kehf de hikmetini açıp anlattığı gibi Rabbin,bir şeyi yap dediği için yapması insanı kurtaran,mantık aramak,çözüm aramak boğup sıkıp bırakan demek.
Hani o ticarette ilerlemiş kavme cumartesi yasağı konmuştu.Bir sınavdı kendilerini tanımaları ve aşmaları için,bir üst kata çıkmak için. Cumartesi günü avlanmayacaklardı.Ama gel gör ki balıklar o gün her günkinden daha fazla kıyıda oynaşıp durmaktaydı.İnsanın içindeki yasak kanı kaynatmaktaydı.Yasak tatlıydı,en iyi öğrendiğimiz cümle buydu zaten..İsrailoğulları ise zeki ve menfaatperest..İnsan bu.Neye istidadı varsa orayı nereye taşıyabiliyor.Kılıfına uydurmaksa yaptığı bunu Rabbine bile yapabiliyor.Eee,Allah ne dedi,cumartesi avlanma dedi,hani bizde olsa,hemen şu cümleler takip eder konuşmaları,islam dini mantık dini,bu zamanda da güçlü olmak gerekli,bizim tutmadığımız balıkları eller tutsun iyi mi,onlar ne konuştular bilmiyoruz ama vardıkları karar zeki görünsede,çocukça,komik,kimi kandırdığından habersiz...Nerde kaldık,cumartesi avlanma dedi Allah,peki,cuma günü atalım ağları,pazar günü toplarız,böylece cumartesi inadımıza oynaşan balıkları yakalarız,dediler...
İnsanın içi cevher ve her cevher iki yönlüydü halbuki.İki uçlu bıçak gibi.Zekiyse insan,önünde iki yol vardı.Zaten içindekine rağmen bir şeyler kazanacaktı.İştahı olduğu halde yemeyen,yalan söyleyebilecekken söylemeyen,aldatabilecekken aldatmayan,güzelken örten,görebilirken bakmayan,gençken iffetli olan...Kılıfını hazırlayabilecekken minareyi çalmayan...Çünkü bilmeli insan kılıfına uydurdukça taklitçi bir yaratığa dönüşecek içi dışı.Kendi kalmayacak,ciddiye alınmayacak,ciddiyeti kalmayacak, maymun olacak...Kendinden bin kat aşağı olacak,düşecek.Anlayacak ki minareden düşenin parçası bulunur da gönülden düşenin bulunmaz. .
Ve unutmayacak,zeki insanın tek zeki kendini sanması en büyük aptallıktır....
Bakara suresi,İsrailoğulları ayetleri...
Hani o ticarette ilerlemiş kavme cumartesi yasağı konmuştu.Bir sınavdı kendilerini tanımaları ve aşmaları için,bir üst kata çıkmak için. Cumartesi günü avlanmayacaklardı.Ama gel gör ki balıklar o gün her günkinden daha fazla kıyıda oynaşıp durmaktaydı.İnsanın içindeki yasak kanı kaynatmaktaydı.Yasak tatlıydı,en iyi öğrendiğimiz cümle buydu zaten..İsrailoğulları ise zeki ve menfaatperest..İnsan bu.Neye istidadı varsa orayı nereye taşıyabiliyor.Kılıfına uydurmaksa yaptığı bunu Rabbine bile yapabiliyor.Eee,Allah ne dedi,cumartesi avlanma dedi,hani bizde olsa,hemen şu cümleler takip eder konuşmaları,islam dini mantık dini,bu zamanda da güçlü olmak gerekli,bizim tutmadığımız balıkları eller tutsun iyi mi,onlar ne konuştular bilmiyoruz ama vardıkları karar zeki görünsede,çocukça,komik,kimi kandırdığından habersiz...Nerde kaldık,cumartesi avlanma dedi Allah,peki,cuma günü atalım ağları,pazar günü toplarız,böylece cumartesi inadımıza oynaşan balıkları yakalarız,dediler...
İnsanın içi cevher ve her cevher iki yönlüydü halbuki.İki uçlu bıçak gibi.Zekiyse insan,önünde iki yol vardı.Zaten içindekine rağmen bir şeyler kazanacaktı.İştahı olduğu halde yemeyen,yalan söyleyebilecekken söylemeyen,aldatabilecekken aldatmayan,güzelken örten,görebilirken bakmayan,gençken iffetli olan...Kılıfını hazırlayabilecekken minareyi çalmayan...Çünkü bilmeli insan kılıfına uydurdukça taklitçi bir yaratığa dönüşecek içi dışı.Kendi kalmayacak,ciddiye alınmayacak,ciddiyeti kalmayacak, maymun olacak...Kendinden bin kat aşağı olacak,düşecek.Anlayacak ki minareden düşenin parçası bulunur da gönülden düşenin bulunmaz. .
Ve unutmayacak,zeki insanın tek zeki kendini sanması en büyük aptallıktır....
Bakara suresi,İsrailoğulları ayetleri...
Etiketler:Çocuk etkinlikleri,tefsir notları,
bakara,
cumartesi,
tasavvuf,
tefsir notları
25 Aralık 2010 Cumartesi
Sis Hissi...
Songül 'e...
Bakıp dururken gecenin kandiline hayran dalgın,telaşlı anlık,ya da kaçamak aydınlık.Ne olur olur,kaybolur nur yüzü ayın bir belirsiz grilikte.Gecenin berrak siyah nuru bile yoktur.Apaçık bir sis görünür gökten yere ağmış,duhanin mübini hatırlar irkilirsin.Özlemle arar,özlemeyi de seversin.Kim bilir kaç halini göremedim,kaçırdım dersin tamamlanışını dairenin.O da bana bakıyor mu,arıyor mu diye merak edersin,içine döner,döner döner durursun..Gece gündüze karışmıştır artık.Ne siyah ne beyaz yoktur,bir belirsizlik alır götürür tüm hislerini,bulamazsın kendini.Ayakların yere basar.Anlarsın bastığın yerin,yerin o kaygan yüzü olduğunu,güllük gülistanlık müştak olunmayacağını,tüm hislerin ve renklerin senin için olduğunu.Ama bilirsin sana görünmese de oradadır beklediğin,dönüp durmaktadır senin etrafında.Sis dağılınca daha bir berrak olacak iç dünyan da..Her şey zıddıyla kaim ama,kim demiş,siyahın zıddı beyaz diye,belki tam ortası zıt ikisine de....
İçimde bir his var
Gökyüzünde tarifsiz bir sis
Sanki benim sebebi
Gözlerimden çıkmış bu is..
Oysa çekmek isterdim
Gözüme geceyi sürme diye
Ay ışığı sürmek isterdim
Ruhuma,bedenime..
Yıldızlar menevişi kalbimin
Karanlık örtüm olsun...
Olsun!
Bu sis de gecenin tülü olsun...
Ne gelirse geceyle,
Dua gibi mübarek olsun...
Bakıp dururken gecenin kandiline hayran dalgın,telaşlı anlık,ya da kaçamak aydınlık.Ne olur olur,kaybolur nur yüzü ayın bir belirsiz grilikte.Gecenin berrak siyah nuru bile yoktur.Apaçık bir sis görünür gökten yere ağmış,duhanin mübini hatırlar irkilirsin.Özlemle arar,özlemeyi de seversin.Kim bilir kaç halini göremedim,kaçırdım dersin tamamlanışını dairenin.O da bana bakıyor mu,arıyor mu diye merak edersin,içine döner,döner döner durursun..Gece gündüze karışmıştır artık.Ne siyah ne beyaz yoktur,bir belirsizlik alır götürür tüm hislerini,bulamazsın kendini.Ayakların yere basar.Anlarsın bastığın yerin,yerin o kaygan yüzü olduğunu,güllük gülistanlık müştak olunmayacağını,tüm hislerin ve renklerin senin için olduğunu.Ama bilirsin sana görünmese de oradadır beklediğin,dönüp durmaktadır senin etrafında.Sis dağılınca daha bir berrak olacak iç dünyan da..Her şey zıddıyla kaim ama,kim demiş,siyahın zıddı beyaz diye,belki tam ortası zıt ikisine de....
İçimde bir his var
Gökyüzünde tarifsiz bir sis
Sanki benim sebebi
Gözlerimden çıkmış bu is..
Oysa çekmek isterdim
Gözüme geceyi sürme diye
Ay ışığı sürmek isterdim
Ruhuma,bedenime..
Yıldızlar menevişi kalbimin
Karanlık örtüm olsun...
Olsun!
Bu sis de gecenin tülü olsun...
Ne gelirse geceyle,
Dua gibi mübarek olsun...
Asa yı İnsan
Sebepti asa.Sanki sihirli değnek ama ille kullanmak gerekecek.Verilendi asa,nasip edilen,belki istidat,belki kabiliyet,belki güç kuvvet,belki dil kelam,belki kalem,belki gözyaşı ille akacak.Hepsi muhakkak ya o yanda ya bu yanda kullanılacak.Mutlaka bir yöne kayacak.Daha yüksek bir hedef tutturan kazanacak.Asası sihre kavuşacak..Mayalanacak emeği,kıvam tutacak..
Dilse asa,ille dua edecek,sen biliyorsun kalbimi söylememe lüzum yok demeyecek mesela.Asayı taşa vuracak,ya da suya..Kah taşa,kah suya..Çamurluktan kurtulacak kelimeleri kalbinin.Belki yanacak dili duadan gözyaşıyla ferahlayacak.Gözyaşı ise gerçekten akacak,değecek aktığına.Bedense asa,koşacak çalışacak,hizmet edecek.Kalemse asa yazı O'na olacak,O'na adanacak.Hakkı yazacak.Kalpse asa, kapıda bekçisi olacak,sürekli bir işte olacak,tezkiye olacak,tasfiye olacak,saflaşacak,safaya erecek.Uğraşacak renksizliğe ulaşmaya,anmaya,hatırlamaya,unutmamaya,atacak atacak...Aşk pompalayacak cümle aleme...Aşksa asa,ne ala ama ille Vedüd olana...Yalnızca O na....
Dilse asa,ille dua edecek,sen biliyorsun kalbimi söylememe lüzum yok demeyecek mesela.Asayı taşa vuracak,ya da suya..Kah taşa,kah suya..Çamurluktan kurtulacak kelimeleri kalbinin.Belki yanacak dili duadan gözyaşıyla ferahlayacak.Gözyaşı ise gerçekten akacak,değecek aktığına.Bedense asa,koşacak çalışacak,hizmet edecek.Kalemse asa yazı O'na olacak,O'na adanacak.Hakkı yazacak.Kalpse asa, kapıda bekçisi olacak,sürekli bir işte olacak,tezkiye olacak,tasfiye olacak,saflaşacak,safaya erecek.Uğraşacak renksizliğe ulaşmaya,anmaya,hatırlamaya,unutmamaya,atacak atacak...Aşk pompalayacak cümle aleme...Aşksa asa,ne ala ama ille Vedüd olana...Yalnızca O na....
Etiketler:Çocuk etkinlikleri,tefsir notları,
bakara,
can,
cumartesi,
tefsir notları
Taş ve Su...
Asanı taşa vur dedi,sebepleri mucizesine perde eyleyen.Her şeyiyle lütfuyla yağmur gibi yağdırabilmesine mukabil ille küçücük bir çaba isteyen.Daha demin kalplerin bazısını taşa benzeten,bazısına taştan beter,kimi taş aşktan yuvarlanır,kiminin içinden su fışkırır diyen.Asayı hem sebep edip hem vakti gelince sebepten soyun at onu diyen,suları taş eyleyip dokunuşuyla asanın denizi yaran,taşları su edip içinden on iki pınar fışkırtan..Taşı suya suyu taşa sebep eden,asa yı Musa yla...Yediren ve sulayan.Farklı farklı meşrepler yaratan..
Meşrep belirleyen,fışkıran pınarlarla.Akışı var insanların türlü türlü,bir yol tutuşu,ve kalpte yetmiş iki alem gizli,oniki meşrepten.Taş bile olsa,dokunulunca asayla,doğacak şarap pınarları,ille fışkıran kalpten...
Bakara ağır gidiyor.Taşlar,kalpler ve kelimelerle hissettirmişti....İlerledikçe taş içimde bir yerlerde yer etmişti.İnsan,gizsiz,cehren..Boğazımızda düğüm gibi varlığımız..En konsantre haliyle,iç devinimleriyle,nankörlükleriyle,isyan ve nisyanıyla,ve ille Rab le ünsiyetiyle insan,en güzel ve açık dilden..
Meşrep belirleyen,fışkıran pınarlarla.Akışı var insanların türlü türlü,bir yol tutuşu,ve kalpte yetmiş iki alem gizli,oniki meşrepten.Taş bile olsa,dokunulunca asayla,doğacak şarap pınarları,ille fışkıran kalpten...
Bakara ağır gidiyor.Taşlar,kalpler ve kelimelerle hissettirmişti....İlerledikçe taş içimde bir yerlerde yer etmişti.İnsan,gizsiz,cehren..Boğazımızda düğüm gibi varlığımız..En konsantre haliyle,iç devinimleriyle,nankörlükleriyle,isyan ve nisyanıyla,ve ille Rab le ünsiyetiyle insan,en güzel ve açık dilden..
Etiketler:Çocuk etkinlikleri,tefsir notları,
bakara,
cumartesi,
kendimce,
tefsir notları
22 Aralık 2010 Çarşamba
Aya Bakmak...
Tuhaf geliyor,bir insanın 30 yaşından sonra aya müştak olması..Hatta kendine yetişkin bir insan gibi yaklaşması insanın,gerçekten tuhaf.Yaşlandığını farketmek tuhaf,artık çocuk olmadığını kabul etmek tuhaf.Aya bakarken yaşı yok ki insanın,küçük bir kız çocuğu oluvermesi tuhaf .Gizli gizli ona bakması birileri onunla konuşmaya çalışırken..Trafiğin en kalabalık halinde,far ışıkları gözlerini alırken dikiz aynasından göğe bakmak,görünce ayın o sarı kocaman halini,önüne bakmayı unutması,yolun terse dönmesini beklemeyi bile akıl etmemesi,arkadan sağdan soldan ışık izlemesi,yol bilgisi zayıf aynı insanın,biraz tepeye çıkıp tam karşısında görünce şaşırıp kalması..Arabayı durdurması.Öyle bakıp kalmak istemesi..Ara sıra etrafındakilere gösterip aya baktınız mı,diye sorması,onların hıı,deyip devam etmesi..
Gökyüzüne böyle bir ışık asması ne büyük bir lütuf,güzellikler sahibinin..Her an başka başka güzelleşmesi ne hoş..Ay terapisini okumak istedim Mustafa Ulusoy un,kıskandım mı ayı ondan bilmem,okuyamadım,daha yoğun bir geçmişi vardır herhalde,daha yoğun bir düşüncesi,ne bileyim,dur şu dolunay bitsin,içim durulsun,okuyayım inşallah..Ay ışığında yürüyeyim inşallah.Hilaliyle heyecanlanıp,dolunayına gün sayayım,son demini bekleyip,ışığını içeyim...Sonra İbrahim as. gelsin hatıra, ondan çok hatırası olan var mı yıldız,güneş ve ayla...Aya bakıp dururken ben yeni yeni yoğunca,ki ilk gençlik yıllarımda yıldızlara bakardım uzun uzun,zühreye ille,o yıldızdan,aydan,güneşten geçiyordu çocukken daha..Rabbini buluyordu,parlayıp sönen her noktayla..
Olsun...Gecemiz aydın olsun,gönlümüz ayla dolsun..Şimdilik...Yüzü aya benzeyen sevgiliyi düşünerek.Cemalullah a ulaştırır belki cemalinden yansıyan her sebep...
Açıkça Görsek Ya...
Hayat tüm olağanüstülüğüyle devam ettiğinde,mesela ay kaybolup kaybolup hilalden,tam bir hüsnü cemale dönüştüğünde,gökyüzünde böyle bir güzelliğin neden olduğunu sen hala bilemediğinde,gece ve gündüz koşarak ve yavaşlayarak birbiri ardınca geldiğinde,yazla kışın aşkı,baharlarda demlendiğinde,ve sen bir insanın gözbebeğinde aşka düşebildiğinde,katreden deryayı hissetmez misin?
Bir bebeği kokladığında,bir çift gözle beraber ağladığında,karşına bir yetim çıktığında mesela,ve ille hakikatle karşılaştığında,sana bir şeyler söyletilen bir dost çıktığında,binbir türlü beladan korunduğunda ve Allah korudu deyip geçtiğin o anda korunduğunu hissetmez misin?
Dertler başını aldığında,yüce dağları duman kapladığında,dünyada senden daha dertli kalmadığında,yatarken otururken,ayaktayken,yerken içerken için için gizli aşikar duaya durduğunda,seni birinin duyduğundan emin olduğunda,çareler tükendiğinde,içine içine dönüp,gözyaşını sele verdiğinde,sığınacak başka bir liman bulabilir misin?
Ve ferahlatıldığında,dert bulutları dağıldığında,artık neşeli eğlenceli günler geri geldiğinde,sen o kürsüden konuşmalara geri döndüğünde,ihtiyaçlarını kendin karşılayabildiğinde!,bu zat evliyadır denildiğinde,kaldı mı ki evliya deyip dostluk makamını elinle ittiğinde,kulla Allah arasına kimse girmez deyip,Allah la arana sonsuz şey koyup,kul olmayı unuttuğun o arada düşülen en büyük çukur nedir bilir misin,ey kendim....
Kerametini,mucizesini,farkını,zatını.....vs,vs...
AÇIKÇA GÖRSEK YA!
Bağlantı:Son üç yazı,bakara-israiloğulları ve ben...
21 Aralık 2010 Salı
Sofra Hayali
Bir sofra hayali kuralım mı seninle,ey kendim....
Sofraya oturdun,yanında artık kim varsa.Anne baban kardeşlerin,eşin,çocukların,ev arkadaşların,belki de yalnız.Acıkmıştın.Gün geceye durmuştu,ve sen gün içinde kaç kez O'ndan inecek her hayra muhtaçtın,belki anladın söyledin.Belki anlayamadın,bugün çok yoruldum,acıktım dedin.Geçti.Evine geldin,kabuğuna döndün.Şükrettin.
Sofraya oturdun.Yemekte ne vardı,yemek yapabilmiş miydin,sana yerden bitirilen nimetlerden bir şey kotarabilmiş miydin,mercimeğinden sarımsağından,soğanından..Ne tarifler üretilmişti değil mi,edna olandan.Öyle ya yediğin kudret helvası,bıldırcın eti değildi,gökten inmemişti.Buruldu için.Bismillah dedin.Adını andın,yaratanın, hem seni,hem sevdiklerini,hem yemeğini.Şükrettin.Maide de değildi zaten senin hayalin,kevserdi,teselli ettin kendini.Elin suya gitti,ismiyle sulayanın,hem seni,hem kalbini,hem gözbebeğini.Elini hatırladın belki sevgilinin,içinde su,su serin,el serin..Şükrettin.Belki şükrettiğini bile farketmedin.Senin dışında akan bir zaman vardı,içinde durana inat.Yemek bitti.Belki küçücük bir ses söyledi,belki reisi evin,sesi tok,derin,belki duygusal merhametli annenin, Elhamdülillah O' na ki,bizi yedirdi,bizi içirdi ve bizi müslümanlardan kıldı.Şükrettin.Yedirildiğin,içirildiğin,en çok da müslümanlardan kılındığın için..Hiçbir dahlin olmadan bu nimete düştüğün için,ümmeten vasaten,orta yol,itidal, ve Muhammed(sav) ümmeti olduğun için.Şahit olduğun için.Aklından geçti diğer ümmetler,en çok İsrailoğulları,sana en çok anlatılan..Hatırladın ki Musa kardeşi peygamberinin,ve dedi biz Musa ya daha yakınız ümmetinden,daha yeni,aşure günü hani,demin.Bildin ki Musa(as) görmek isterken Rabbini dağbaşı yalnızlığıyla,Rable konuşma nimetinin üstüne,görüvereyim dualarıyla,açık,aleni.Hüzünle yatağında yatarken miraca çıktı senin peygamberin.Maide istemedi sahabe gökten,örtüldü azıcık aşlı sofranın üstü,ordu doydu,ümmet doydu,adı bereket kondu yemeğin.Zemzem gökten inmedi,yerden fışkırdı da aleme yetti,ne zamanlar geçti hala hem doyuruyor,hem kandırıyor da farkedilmiyor.Demek biz de nimetin üstü örtülüyor,açık
aleni nimetler küçük çabalarla hissediliyor.Komşuya yemek verecek peygamber eşine yemeğin suyunu fazla koyduruyor..Sofra duası hiç böyle duyulmamıştı kulağına kalbinin.Şükrettin.Neden duayı ümmeti Muhammede yapman gerektiğini şimdi belki birazcık farkettin.Bir naatın dizeleri düğümlendi boğazına..
Besmele ekmeğimizin bereketiydi...
İki cihanda aziz ümmet Muhammed ümmetiydi..
Konsun yine pervazlara güvercinler
Hu,hulara karışsın aminler....
Sofraya oturdun,yanında artık kim varsa.Anne baban kardeşlerin,eşin,çocukların,ev arkadaşların,belki de yalnız.Acıkmıştın.Gün geceye durmuştu,ve sen gün içinde kaç kez O'ndan inecek her hayra muhtaçtın,belki anladın söyledin.Belki anlayamadın,bugün çok yoruldum,acıktım dedin.Geçti.Evine geldin,kabuğuna döndün.Şükrettin.
Sofraya oturdun.Yemekte ne vardı,yemek yapabilmiş miydin,sana yerden bitirilen nimetlerden bir şey kotarabilmiş miydin,mercimeğinden sarımsağından,soğanından..Ne tarifler üretilmişti değil mi,edna olandan.Öyle ya yediğin kudret helvası,bıldırcın eti değildi,gökten inmemişti.Buruldu için.Bismillah dedin.Adını andın,yaratanın, hem seni,hem sevdiklerini,hem yemeğini.Şükrettin.Maide de değildi zaten senin hayalin,kevserdi,teselli ettin kendini.Elin suya gitti,ismiyle sulayanın,hem seni,hem kalbini,hem gözbebeğini.Elini hatırladın belki sevgilinin,içinde su,su serin,el serin..Şükrettin.Belki şükrettiğini bile farketmedin.Senin dışında akan bir zaman vardı,içinde durana inat.Yemek bitti.Belki küçücük bir ses söyledi,belki reisi evin,sesi tok,derin,belki duygusal merhametli annenin, Elhamdülillah O' na ki,bizi yedirdi,bizi içirdi ve bizi müslümanlardan kıldı.Şükrettin.Yedirildiğin,içirildiğin,en çok da müslümanlardan kılındığın için..Hiçbir dahlin olmadan bu nimete düştüğün için,ümmeten vasaten,orta yol,itidal, ve Muhammed(sav) ümmeti olduğun için.Şahit olduğun için.Aklından geçti diğer ümmetler,en çok İsrailoğulları,sana en çok anlatılan..Hatırladın ki Musa kardeşi peygamberinin,ve dedi biz Musa ya daha yakınız ümmetinden,daha yeni,aşure günü hani,demin.Bildin ki Musa(as) görmek isterken Rabbini dağbaşı yalnızlığıyla,Rable konuşma nimetinin üstüne,görüvereyim dualarıyla,açık,aleni.Hüzünle yatağında yatarken miraca çıktı senin peygamberin.Maide istemedi sahabe gökten,örtüldü azıcık aşlı sofranın üstü,ordu doydu,ümmet doydu,adı bereket kondu yemeğin.Zemzem gökten inmedi,yerden fışkırdı da aleme yetti,ne zamanlar geçti hala hem doyuruyor,hem kandırıyor da farkedilmiyor.Demek biz de nimetin üstü örtülüyor,açık
aleni nimetler küçük çabalarla hissediliyor.Komşuya yemek verecek peygamber eşine yemeğin suyunu fazla koyduruyor..Sofra duası hiç böyle duyulmamıştı kulağına kalbinin.Şükrettin.Neden duayı ümmeti Muhammede yapman gerektiğini şimdi belki birazcık farkettin.Bir naatın dizeleri düğümlendi boğazına..
Besmele ekmeğimizin bereketiydi...
İki cihanda aziz ümmet Muhammed ümmetiydi..
Konsun yine pervazlara güvercinler
Hu,hulara karışsın aminler....
19 Aralık 2010 Pazar
Kapılardan Geçmek ve Parolayı Doğru Söylemek
Kaç şehre girdin bir kapıdan geçer gibi...Kaç kez farkettin bambaşka bir şehre girdiğini yeni birisi girdiğinde hayatına..Kaç kez kendini bir şehre benzettin,içine dönüp baktığında..Duydun mu martı seslerini,geçti mi hüzün gemileri İstanbul olduğunda..Ya da kırık dökük terkedilmiş,ismi okunmaz tabelası bulunmaz bir şehir oldun,bulamadın mı yolunu çamurlu yollarda..Ya da ışıltılı gökdelenler arasında,gece,uyumayan insanlar,müzik,kitap,kahve,starbucks ille,New York tun belki.Belki mistik bir uzak doğu şehri kim bilir?
Her insan bir şehir,ana caddeleri,mabedleri,silüeti,kokusu,havası,rengiyle,şivesiyle,arka sokakları,kaldırım taşları,ve hatta sesiyle...Kaç kez değiştin,başkalaştın,an be an başka bir şehre girdin,zamanı kaybettin.Her an bir lütufla karşılaştın,her seferinde bir nimet yurduna daha girdin.Mutlaka kapılardan geçtin.Geniş,dar,kapalı,açık,kilitli,kilitsiz,bazen görünemeyecek kadar büyük kapılar...Ne hissettin geçerken..Farkedebildin mi,yeni bir şehre girdiğini,hayatımızın bir dönemecinden geçerken hatırlayabildin mi daha önce sana verilenleri,hayal edebildin mi yenilerini...
Girdiğin yeri kendinden büyük hissettin mi,ya bu anahtarı sana vereni.Hadi hayalindeki kapıyı anlat yeniden,kocaman bir kapı seninkisi,anahtar deliğinden ışık süzülen.Anahtarını bile taşımakta zorlandığın,tokmaklı,ama kendiliğinden açılıveren.Küçücüksün yanında kapının ve şehrin..Sana bu şehre girmeyi lütfeden geldi mi aklına,büktün mü boynunu,eğdin mi başını,döktün mü içindekileri,af diledin mi vurdumduymazlıklarına,kendinden başkasını,yanındakileri de katabildin mi düşüncelerine,sığamadın mı yoksa kendinden başka biriyle koca nimet şehrine,tüm anlamıyla kavra bil ve anla ki lügat önemli,onun için hissederek söyle,Hıtta.....Secdeyle...Affeyle...Bağışla...
Eğip bükme dilini,bak harfler bile ne kadar belirgin ve şiddetli,sakın kelime oyunlarıyla geçiştirme,kapı çalışlarını,unutma ki,nimet yurdunda parola aynı...Hıtta....Affeyle..Bağışla...
Mekke ye sakalı deveye değerek giren sevgili gibi,dök minnet kelimelerini,an zafer sahibini...
Her insan bir şehir,ana caddeleri,mabedleri,silüeti,kokusu,havası,rengiyle,şivesiyle,arka sokakları,kaldırım taşları,ve hatta sesiyle...Kaç kez değiştin,başkalaştın,an be an başka bir şehre girdin,zamanı kaybettin.Her an bir lütufla karşılaştın,her seferinde bir nimet yurduna daha girdin.Mutlaka kapılardan geçtin.Geniş,dar,kapalı,açık,kilitli,kilitsiz,bazen görünemeyecek kadar büyük kapılar...Ne hissettin geçerken..Farkedebildin mi,yeni bir şehre girdiğini,hayatımızın bir dönemecinden geçerken hatırlayabildin mi daha önce sana verilenleri,hayal edebildin mi yenilerini...
Girdiğin yeri kendinden büyük hissettin mi,ya bu anahtarı sana vereni.Hadi hayalindeki kapıyı anlat yeniden,kocaman bir kapı seninkisi,anahtar deliğinden ışık süzülen.Anahtarını bile taşımakta zorlandığın,tokmaklı,ama kendiliğinden açılıveren.Küçücüksün yanında kapının ve şehrin..Sana bu şehre girmeyi lütfeden geldi mi aklına,büktün mü boynunu,eğdin mi başını,döktün mü içindekileri,af diledin mi vurdumduymazlıklarına,kendinden başkasını,yanındakileri de katabildin mi düşüncelerine,sığamadın mı yoksa kendinden başka biriyle koca nimet şehrine,tüm anlamıyla kavra bil ve anla ki lügat önemli,onun için hissederek söyle,Hıtta.....Secdeyle...Affeyle...Bağışla...
Eğip bükme dilini,bak harfler bile ne kadar belirgin ve şiddetli,sakın kelime oyunlarıyla geçiştirme,kapı çalışlarını,unutma ki,nimet yurdunda parola aynı...Hıtta....Affeyle..Bağışla...
Mekke ye sakalı deveye değerek giren sevgili gibi,dök minnet kelimelerini,an zafer sahibini...
16 Aralık 2010 Perşembe
Çocuklar-Renkli Yünden Oyuncaklar........Aşure-Şükür 2
Beden hapsinin dünyaya açılan pencereleri vardı,şükür ki..İnsan bu ten kafesine kanatsız hapsolmamıştı.Gözüyle,kulağıyla,teniyle,aldığı kokuyla,tatla,düşünce ve duygularıyla yedi yol açılmıştı kabuk içine sığdırılan koskoca ruha...Açılsın diye o görünmez kanatlar uçmağa,oruç bahşedildi bir de.Burası zıtlıklar dünyasıydı,bir tarafı tutanın diğer yanı kuvvetlenirdi,nasıl gözü görmeyenin hissi gelişirse,gözü göre göre bakmayanında ruh gözü açılırdı.Kendini yemekten alıkoyana başka tatlar verilirdi,şükür gibi,hamd gibi,paylaşmak gibi..Söz orucu bile vardı.Zekeriyya dan,Meryem den yadigar..Hani insan susunca mucizeler konuşurdu.Oruç her gelip geçmiş toplumda vardı.Ve hepsinin ortak orucu aşure zamanıydı..
Bir zaman,dünyaya gelen bedenlerin en güzelinin kalbine kelamın en güzeli nakşedildi.O en güzel sesten nice ayet dinlendi.Ramazan orucu gelince müminlere hediye,her eski yenisiyle değiştirildi..
Bir sabah kalbi uyumayıp gözü uyuyan güzelin,güzel gözleri bir kez daha açıldı dünya manzarasına,ille ukbayı arayarak.Bir aşure sabahının aydınlığıyla,haber salındı her yana,oruca niyetlenenler oruçlarını tamamlasın,sabah imsak edenler akşama kadar iftar etmesin,herkes tuttu nefesini.Küçük yavrulara renkli yünlerden oyuncaklar yapıldı,acıkıp ağlayınca susturmak için,mescide koşuldu.Mescit rengarenk olmuştu oyuncaklarla,onları eylemeye çalışan anne gayreti,nasıl memnun ediyordu Rabbi kim bilir..Rivayet o ki,geyikler bile süt vermedi yavrularına bu görüntü ve avuntu sesine imrenerek..
Bunları okudu anne,üzerinden asırlar geçmiş bir aşure sabahı.Çocuklarını giydirdi renkli yünlerden elbiselerle,oruç tutamayacaklardı çocuklar,okulda olacaklar,yanlarında onları eyleyecek bir anne bulamayacaklardı.Şükür ki aşureyi kutlayacaklardı.Bilmem kaç değişik tarif bilen anne bu akşam aşure yapacaktı,endişeliydi,şükretti..Şu hazır paketler de bu işin ruhuna gelmezdi.Olsun deneyecekti.Zaten aşure başlı başına şükrün tatlandırdığı yemekti,elde son kalandan yapılan,içine ne girse dışardan tahmin edilmeyecek derecede tatlanan,tufandan sonra sükuna daldıran,ayağı yere bastıran.Kaynasın aşure,kazan kazan...Dağıtılsın etrafa tanınan,tanınmayan..Komşular,hal hatır sorsun,bir çeşit bayram olsun..Bol çeşit alınsın bugün erzak ihtiyaçtan,bereketlensin diye,hediyeleşilsin,doğum günü yerine evlilik yıldönümü yerine...Olmaz mı ki?
Bunları okudu bir öğretmen,çekiliş yaptı yeni yıl,aşure hepsi birleşti Tutum Yatırım ve Yerli Malı haftasıyla,paylaşılan mutlu günler konusuyla..Görsel sanatlar dersinde bir hediye yapsınlar,annelerine hediye etsinler,Yerli Malında aşure pişirsinler sınıfça yesinler..Görsel sanatlarda bir gemi yapsınlar mesela içine yırt yapıştırla hayvanlar birer çift,Nuh Nebinin gemisi olsun,masalı okunsun..Olmaz mı ya?
Bunları okudu belki bir müdür,kara kaplı kitaptan,okuldaki müfettişlerin bugün yapacağı toplantıya aşure yaptırdı,bir de Mevlana yı anma haftası..Böylesine ruh doyurmak isterken zaman,aç kalınmasın ,neden olmasın?
Tüm anlarımız bereketli olsun....
15 Aralık 2010 Çarşamba
Aşure - Şükür
Her şey anlamıyla güzel...
Aşure o leziz tadıyla,aşerdiğim hem de,inciriyle,fındığıyla içine giren en az on çeşit taamla,tuzlu bildiğimiz hem de,tatlı eyleyip güzelleştirse de,en çok anlamıyla güzel..Aşere on demek.Aşure on önemli işin Allah tarafından halli demek.Yusuf un kuyudan,Eyyüb un hastalıktan,Musa nın firavundan,Adem in yokluktan ve günahın ağırlığından,İbrahim in ateşten,Davud un zellesinden kurtulması,Nuh un ve alemin tufandan kurtulması demek.İnsanın yaratılış ve kıyametin kopuşu da o gün...Ne güzel ki bizim içimize ilk gelen his gibi,buraya gelişimiz güzel,kıyametin kopuşu çirkin değil..İkisi de güzel..Herşeyin başı güzeli güzel görebilmek,eşyanın hakikatini görebilmek..
Ve islami litaretürde yani teslim olma kültüründe her zaman olduğu gibi kutlama oruçla..Çünkü sabır oruçla öğreniliyor,şükür sabırla öğreniliyor,eksilmekle öğreniliyor,bir şeyi kutlamak için şükretmek gerekiyor....Aşure günü sadece kendi için şükretmekten çıkıp evrensel bir şükür gerçekleştirebildiği için belki insan,belki zaman üstü bir duyguya kapıldığı için oruç tutması kulluğa adanmış bir ömre bedel oluyor...Duası,tamamen Allah a sığınma duası..Allah ne güzel vekil,ne güzel mevla diyerek dilden dudaktan,kalpten şükür cümleleri döküyor...Gayrıdan gönlünü tek dosta çeviriyor.Ama gayrıya sırt çevirmiyor çünkü şükrün hemen arkasından paylaşmak geliyor.Hiç iki kişilik bir aşure gördünüz mü?Yine bu kültür aşureyi kazanla kaynatır en az yedi komşuya dağıtır,arapçada 1 tek,2 çift,3 çok,7 sonsuzdur çünkü..Çocuklar çocukluktan görürler bu paylaşımın güzelliğini,yedisinde ne iseler yetmişinde de o olurlar çünkü...Her aşure yüzlerinde o tebessüm canlanır tarçın kokusuyla...
Ve islami litaretürde yani teslim olma kültüründe her zaman olduğu gibi kutlama oruçla..Çünkü sabır oruçla öğreniliyor,şükür sabırla öğreniliyor,eksilmekle öğreniliyor,bir şeyi kutlamak için şükretmek gerekiyor....Aşure günü sadece kendi için şükretmekten çıkıp evrensel bir şükür gerçekleştirebildiği için belki insan,belki zaman üstü bir duyguya kapıldığı için oruç tutması kulluğa adanmış bir ömre bedel oluyor...Duası,tamamen Allah a sığınma duası..Allah ne güzel vekil,ne güzel mevla diyerek dilden dudaktan,kalpten şükür cümleleri döküyor...Gayrıdan gönlünü tek dosta çeviriyor.Ama gayrıya sırt çevirmiyor çünkü şükrün hemen arkasından paylaşmak geliyor.Hiç iki kişilik bir aşure gördünüz mü?Yine bu kültür aşureyi kazanla kaynatır en az yedi komşuya dağıtır,arapçada 1 tek,2 çift,3 çok,7 sonsuzdur çünkü..Çocuklar çocukluktan görürler bu paylaşımın güzelliğini,yedisinde ne iseler yetmişinde de o olurlar çünkü...Her aşure yüzlerinde o tebessüm canlanır tarçın kokusuyla...
Şimdi karanlıklarımızı, kuyularımızı,firavunlarımızı,günahlarımızı,tufanlarımızı,içimizde kaynayan kazanları tanımlama zamanı..Yaratılışımızı,dünyaya inişimizi,içimize kodlanmış iyiliği,ve kıyametin kopuşunun bu dünya hapsinden bir kurtuluş olduğunu,Allah ın sonsuz kudretini hissetme zamanı.Sığınma zamanı,küçücüklüğümüzü bilme,biraz kendimizden çıkma,evrensel ve zamansız şükretme zamanı...Aşure zamanı...
Ve dua zamanı..Dualar ve zikirler zamanı...Birbirimizi de unutmayalım olmaz mı?
12 Aralık 2010 Pazar
Şımarık mıyız Neyiz?
Ne cüretkar aslında cümlelerimiz..
Ne makul,ne mümkün ve ne de masum şu bir türlü oluvermeyen isteklerimiz..
Halbuki bir de baksak her küçük istek yan yana geldikçe doymak bilmeyen bir şeyiz..
Bir düşünsek,önce belki sadece yemek yemek,üzerine..
Çorba yemek pilav salata tatlı menüsüne arada bir dur deyip dışarıda yemek isteyişimiz..
Ya da çorba içince otomatik olarak yemeği bekleyişimiz,yanına pilavı ekleyişimiz,salata sağlıklı,cacık yakışır,yemek bitti,hemen çay,yanına tatlı bir şey var mı acaba deyişimiz..
Ya da çorbanın şunu eksik,tarhana en iyi tabirle klasik,pilav boş karbonhidrat ,yenmez,salataya farklı bir sos lazım,üzerine belki mısır,şerbetli tatlı sevmem,şöyle lıght bir sütlü tatlı,yanına bergamot aromalı,şekersiz çay,renk tutmamış ben açayım,az yiyorum,yediğimi seçiyorum,yemek yemek zevk işi deyişimiz..
Ya da aynı yemeği üst üste yiyemeyişimiz..
Ya da sade tatları artık görmezden gelişimiz,süt içemeyişimiz,yumurta yiyemeyişimiz,ekmeği bile seçişimiz..Peyniri pastada kullanıp ekmek arasında yiyemeyişimiz..
Ya da oruç hali,iftardaki ilk yudum su,bir hurma,bir kase çorba hem de ne büyük lezzetle..Bırakırsan orada lezzet damağında,sonuna vardırırsan adet edindiğin gibi yine o şımarık lezzetsizlik her yanında..
Neden en çok sevilen çocuğun sevilmiyorum diye sitem etmesi..
Neden genelde 100 alan çocuğun 93 alınca ağlaması,95 alanı kıskanması..
Neden elbisesi çok olanın bir türlü hayalindeki elbiseyi bulamaması..
Neden annesi babası ona pervane olan tek çocuğun hoşnutsuzluğu,marka tutkunluğu,ve neden 5 çocuklu bir ailenin ortancasının diğerinin verdiği eskiyle mutluluğu..
Neden bir hastalık sıkıntı gelmeden için için yakaramayışımız..
Neden mesela bir gece mutluluktan uyuyamayışımız,çok sevdiğimiz ayı seyre dalamayışımız..
Neden namazı doğru düzgün kılamayışımız..
Neden vücut sağlıklı,akıl başta,ruh arayıştayken bom boş işleri esas alıp aralara namazı katışımız..
Neden doyunca daha zor namaz kılışımız..
Neden namazda konuşamayışımız,neden en az vakti ona ayırışımız..Onca anlatılmasına ve tek ip olmasına rağmen bir türlü sarılamayışımız...
Neden işlerin halli için namazsız bir aralığı daha uygun bulmamız,sonra namazsız aralığı rahat bulmamız,sonra hep aynı dibe ,belki daha da dibe inişimiz...
Neden dua diye hep şikayet edişimiz..
Neden himmet değil,hep nimet isteyişimiz..Nimetin devamına kendimizi liyakatli hissedişimiz,yatıp kalkmamızı namaz zannedişimiz..
Neden yatağın ve sofranın ve geçici arkadaşlıkların hakkını verip sıra namaza gelince yan yatışımız..
Nimetten,bol nimetten,şükredilmeyen nimetten,görülmeyen nimetten....
Farkedemedik mi...Eksiltelim o zaman..Yine bir matematik formülü candan..İçinde devam eden sonsuz bir 'şu nimetin fazlasının fazlasının fazlasının fazlasının............................fazlası' problemi var.Ters işlem yani.Eksiltelim o zaman..Elde kalan asıl nimeti bulalım,artık bir sonuç alalım.Allah ım yalvarırım..z.
Bağlantı:Ey İsrailoğulları anın,hatırlayın nimetimi ki....
Ne makul,ne mümkün ve ne de masum şu bir türlü oluvermeyen isteklerimiz..
Halbuki bir de baksak her küçük istek yan yana geldikçe doymak bilmeyen bir şeyiz..
Bir düşünsek,önce belki sadece yemek yemek,üzerine..
Çorba yemek pilav salata tatlı menüsüne arada bir dur deyip dışarıda yemek isteyişimiz..
Ya da çorba içince otomatik olarak yemeği bekleyişimiz,yanına pilavı ekleyişimiz,salata sağlıklı,cacık yakışır,yemek bitti,hemen çay,yanına tatlı bir şey var mı acaba deyişimiz..
Ya da çorbanın şunu eksik,tarhana en iyi tabirle klasik,pilav boş karbonhidrat ,yenmez,salataya farklı bir sos lazım,üzerine belki mısır,şerbetli tatlı sevmem,şöyle lıght bir sütlü tatlı,yanına bergamot aromalı,şekersiz çay,renk tutmamış ben açayım,az yiyorum,yediğimi seçiyorum,yemek yemek zevk işi deyişimiz..
Ya da aynı yemeği üst üste yiyemeyişimiz..
Ya da sade tatları artık görmezden gelişimiz,süt içemeyişimiz,yumurta yiyemeyişimiz,ekmeği bile seçişimiz..Peyniri pastada kullanıp ekmek arasında yiyemeyişimiz..
Ya da oruç hali,iftardaki ilk yudum su,bir hurma,bir kase çorba hem de ne büyük lezzetle..Bırakırsan orada lezzet damağında,sonuna vardırırsan adet edindiğin gibi yine o şımarık lezzetsizlik her yanında..
Neden en çok sevilen çocuğun sevilmiyorum diye sitem etmesi..
Neden genelde 100 alan çocuğun 93 alınca ağlaması,95 alanı kıskanması..
Neden elbisesi çok olanın bir türlü hayalindeki elbiseyi bulamaması..
Neden annesi babası ona pervane olan tek çocuğun hoşnutsuzluğu,marka tutkunluğu,ve neden 5 çocuklu bir ailenin ortancasının diğerinin verdiği eskiyle mutluluğu..
Neden bir hastalık sıkıntı gelmeden için için yakaramayışımız..
Neden mesela bir gece mutluluktan uyuyamayışımız,çok sevdiğimiz ayı seyre dalamayışımız..
Neden namazı doğru düzgün kılamayışımız..
Neden vücut sağlıklı,akıl başta,ruh arayıştayken bom boş işleri esas alıp aralara namazı katışımız..
Neden doyunca daha zor namaz kılışımız..
Neden namazda konuşamayışımız,neden en az vakti ona ayırışımız..Onca anlatılmasına ve tek ip olmasına rağmen bir türlü sarılamayışımız...
Neden işlerin halli için namazsız bir aralığı daha uygun bulmamız,sonra namazsız aralığı rahat bulmamız,sonra hep aynı dibe ,belki daha da dibe inişimiz...
Neden dua diye hep şikayet edişimiz..
Neden himmet değil,hep nimet isteyişimiz..Nimetin devamına kendimizi liyakatli hissedişimiz,yatıp kalkmamızı namaz zannedişimiz..
Neden yatağın ve sofranın ve geçici arkadaşlıkların hakkını verip sıra namaza gelince yan yatışımız..
Nimetten,bol nimetten,şükredilmeyen nimetten,görülmeyen nimetten....
Farkedemedik mi...Eksiltelim o zaman..Yine bir matematik formülü candan..İçinde devam eden sonsuz bir 'şu nimetin fazlasının fazlasının fazlasının fazlasının............................fazlası' problemi var.Ters işlem yani.Eksiltelim o zaman..Elde kalan asıl nimeti bulalım,artık bir sonuç alalım.Allah ım yalvarırım..z.
Bağlantı:Ey İsrailoğulları anın,hatırlayın nimetimi ki....
11 Aralık 2010 Cumartesi
Hz. Mevlana
Hz. Mevlana..Güneşe pervane olmuş,gönüllere güneş olmuş bir mana eri..Sırlardan sır almış,hikmetlerden hikmet,dileyen her gönle damıtmış da akıtmış Kuran ve sünnette ne varsa süzerek...Dinleyen gönüllerde ise anlamaktan acziyet..Anlamak yanmak çünkü,hamlığı kabul etmek,sabırla pişmek,yandıkça yanmak,yanmaktan lezzet duymak.Sol ayak beytte sağ ayakla aleme hizmete devam etmek,daireler boyu çile çekmek,üşüyen varken ısınamamak,üzülen varken sevinememek,koluna girip,ey kardeş diyerek hakka götürmek,insanı kendi kendiyle karşılaştırmak..Tavus kanadını yolana da,kaz gibi yiyip durana da bir çözüm önermek...
Hz.Mevlana..Bir ufuk çizgisi,kristal in ışık huzmeleri arasından sezilen..Dilinde hikmetten pınarlar,ilmihalinde hikmetli kurallar,bozulmayan abdest almak,bitmeyen namaz kılmak,aşık olmak,aşık olmak,anlatmak ne mümkün,anlamak ne mümkün...
Kar giyen,nur giyen mana eri anlatsın,biz dinleyelim,güzeldir ancak anlayan güzelin dilini...Ruhlar dinlensin sükun bulsun,dinlemekle hal ehlinden gelen hikmetleri..Belki tamir olur böylelikle yazıp çizip düzelemeyen biçarelerin namazla bile ilgili problemleri,gizli münafık halleri...İsteriz ille himmeti,ille himmeti...
Hak Dostlarından Hikmetler - Hz. Mevlânâ (kuddise sirruh)-1
Osman Nûri Topbaş
Altınoluk
2010 - Aralık, Sayı: 298, Sayfa: 032
İnsanın dünyâ ve ukbâ saâdeti, hayatında ruh ve beden âhengini temin edebilmesiyle mümkündür. Bedenin maddî gıdâya ihtiyacı olduğu gibi, rûhun da mânevî gıdâya ihtiyacı vardır. Rûhun en feyizli gıdâsı ise “hikmet”tir. Hikmet ehlinin söz ve davranışlarını tefekkür etmek, tıpkı bereketli nisan yağmurlarının toprağa bahar aşısı yapması gibi, ruhların da âb-ı hayat katreleriyle ihyâ olmasına vesîledir. Bu hakîkati Hazret-i Ali (r.a.) ne güzel ifâde buyurur:
“Nükteli ve hikmetli söz ve davranışlarla ruhlarınızı dinlendirin. Zira bedenlerin yorulduğu gibi ruhlar da yorulur.”
“İnsanları, düşündürücü hikmetli sözlerle îkaz edin ki, kalpleri huzur bulsun.”
Boş ve mâlâyânî sözler, insanı rûhâniyetten uzaklaştırdığı gibi, hikmetli sözler de ruhlara huzur ve ferahlık verir. Gündelik hayatın med-cezirleri / iniş-çıkışları içinde bunalan akıl ve kalp, hikmetli sözlerle uyanır, huzur bulur, hakîkatlere karşı âgâh hâle gelir.
Hikmete vukuf bakımından insanlığın zirvesinde yer alan peygamberlerin umûmî mânâda üç vazifesi vardır:
1. Allâh’ın âyetlerinin tebliğ ve tatbiki, yani ilâhî emir ve nehiyleri beyân edip uygulamak.
2. Tezkiye, yani insanların iç dünyasını mânevî kirlerden ve gaflete dûçâr edecek şeylerden arındırmak.
Bunların neticesinde de;
3. Kitap ve hikmetin tâlimi; yani kalpleri ilâhî hakîkatlere ve sırlara âşinâ kılmak…
Kur’ân-ı Kerîm, esâsen baştan sona bir hikmetler sergisidir. Hikmet, bütün hâdise ve varlıklarda meknuz olan ilâhî mesajlar ve sırrî hakîkatlerdir. Dolayısıyla hikmetin mutlak menşei Allah Teâlâ’dır. Peygamber Efendimiz (s.a.)’in bütün söz ve davranışları da, O’nun Hak Teâlâ’dan vahiy yoluyla telâkkî ettiği Kur’ân hikmetlerinin îzah ve şerhinden ibârettir.
Efendimiz (s.a.)’deki ilâhî hikmetlere en yakından vâkıf olanlar, şüphesiz ki ashâb-ı kirâmdır. Nitekim Efendimiz (s.a.);
“Ashâbım yıldızlar gibidir...” buyurmuştur.1 Hikmet nazarıyla bakıldığında, Kur’ân-ı Kerîm’de “yıldızların üç husûsiyeti”nden bahsedildiği görülür:
1. Semâyı tezyîn etmek: Her sahâbî de, İslâm semâsında ve mü’minlerin gönül dünyasında ayrı bir güzellik sergilemiştir. Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de Muhâcirler ve Ensâr’ı medhetmiştir.
2. Şeytanları Taşlamak: Fizikî olarak bu taşlamanın nasıl gerçekleştiği bizlere meçhûldür; bunun keyfiyetini Allah bilir. Fakat sahâbe-i kirâm da Kitap ve Sünnet’e ittibâ etmek, rûhânî bir hayat yaşamak ve yeryüzünde Allâh’ın şâhidi olmakla, dâimâ şeytanı taşlamışlardır.
3. Yol Göstermek: Yıldızlar, bulundukları mevkiler sâyesinde yön tespitinde ölçü teşkil ettikleri gibi, ashâb-ı kirâm da kıyâmete kadar gelecek olan bütün ümmete örnek hayatlarıyla rehberlik ederek, toplumları yanlış fikirlerden ve hurâfelerden kurtarmak için yol göstermektedirler.
Cenâb-ı Hak tarafından Efendimiz (s.a.)’in mübârek kalbine bahşedilen hikmet, Efendimiz (s.a.)’den sahâbe-i kirâma, onlardan da Hak dostlarına, kâmil mânâda intikal etmiştir. Peygamber vârisi Hak dostları da, nebevî hikmetlerin nûrunu zamanlara ve mekânlara yansıtan mücellâ aynalar mesâbesindedirler. Zira insanlığın yaratılış itibârıyla îkaz, irşad ve terbiyeye ihtiyacı olduğu için, bu ihtiyacın kıyâmete kadar giderilmesi husûsunda istîdatlı kullar halk etmek, Allâh’ın sonsuz merhametinin bir îcâbıdır. Lâkin gerek peygamberler ve gerekse onların irşad vazîfesini devam ettiren velî kullar, hacmine ve derinliğine vâkıf olunamayan bir okyanus gibidirler. Herkes o okyanusun derinliğine istîdâdı nisbetinde dalabilir ve ondan nasiplenebilir.
Bununla beraber, her fiilinde hikmet sahibi olan Cenâb-ı Hak, kâinattaki bütün varlıkları farklılık üzere yaratmış, kullarına da maddî-mânevî, apayrı husûsiyetler lûtfetmiştir. Bu bakımdan, kâinatta hiç kimse ve hattâ hiçbir varlık için tam bir ikizlik söz konusu değildir. Zira birbirine mutlak sûrette eşit iki varlık yaratmak, onlardan birinin varlığını hikmetsiz kılardı. Allah Teâlâ ise böyle bir noksanlıktan münezzehtir. Dolayısıyla iki insan maddî bakımdan ne kadar birbirine benzese de, gönül dünyası, tefekkür, tahassüs ve temâyülleri gibi sayısız husûsiyetleri bakımından mutlaka birbirinden farklıdır.
Aynı menbâdan, yani Kitap ve Sünnet’ten feyizlenen sayısız Hak dostu da, aynı ışığı rengârenk bir sûrette yansıtan bir kristalin farklı kesitleri gibi, mânâ âleminde nâil oldukları tecellîlerin tezâhürü bakımından farklılık arz ederler.
Bu meyanda Cenâb-ı Hak, bâzı velî kullarını Şâh-ı Nakşibend eyleyip mânevî tasarruf ve mârifetullah’ta eşsiz bir himmet deryâsı kılmış; kimini Mecnûn gibi aşk çöllerinde dolaştırmış; kimini hayret vâdilerinde gezdirmiş; kimini azamet-i ilâhiyye karşısında dilsiz kılarak sükût ve hâl lisânıyla irşâdın şi’riyyeti içinde yaşatmış, kimini Yûnus Emre gibi aşk-ı ilâhî bülbülü kılmış, kimini de Hazret-i Mevlânâ gibi, dilinden hikmet incileri dökülen, eşsiz bir mânâ deryâsı eylemiştir.
Bilhassa Mevlânâ Hazretleri, hâl lisânına ilâveten, bir de sözlü beyâna memur kılınmıştır. Bu yüzden o Hak âşığı, kalemi, kelâmı, gönül eserleri ve feyizli sohbetleriyle; hakîkati arayan, Hakk’a teşne gönülleri asırlardan beri irşâd etmeye devam etmektedir.
Mevlânâ Hazretleri, Cenâb-ı Hakk’ın lûtfettiği ilim, irfan, sır ve hikmetleri, kendisine verilen müstesnâ bir beyan ve îzah salâhiyetiyle kelimelere aksettirmiştir. Bu bakımdan o, âdeta bütün Hak dostlarındaki gönül feyzinin tercümânı mevkiindedir.
Mevlânâ Hazretleri’nin “Şeb-i Arûs / Hakk’a vuslat”ının sene-i devriyesi münâsebetiyle, bu yazımızda onun gönül diyarındaki hikmetler dergâhına bir tefekkür ziyaretinde bulunmayı arzu ettik. İşte Mevlânâ Hazretleri’nden, Kur’ân ve Sünnet ölçülerinin şerhi mâhiyetindeki hikmetli ifâdeler:
Hz. Mevlânâ buyurur: “Kıyâmet günü; alacalı öküzler, yani kötü düşünceli kâfirler ve fâsıklar için korkunç bir kurban bayramıdır. O gün, öküzlere ölüm, mü’minlere ise bayram günüdür!”
[Ölümü bir bayram sevinciyle karşılayabilmek için, canı ve malı bu dünyada Hakk’a kurban kılabilmek lâzımdır. Fânî hayatında canını ve malını Hakk’a kurban edemeyen, ilâhî hakîkatlere râm olamayan, kulluk vazifelerini îfâ hususunda tembellik gösteren, haramlara koşan nefsinin boynunu vuramayan gâfiller için kıyâmet, korkunç bir kurban edilme günü olacaktır.
Zira ölüm, herkesin karşısına, yaşadığı hayatın keyfiyetine uygun bir vasıfta çıkacaktır: Kimine bir bayram sabahı mutluluğu, kimine de kâbuslarla dolu bir azap yolculuğu... Bu sebeple ömürlerimizi, kulluk heyecanı ve âdâbı ile geçirmeye gayret edelim ki; âhiretimiz, ebedî bir bayram günümüz olsun. Yani asıl bayram; mü’minlerin fânî dünyadaki takvâ imtihanından muvaffakıyetle Hakk’ın huzûruna çıktıkları gündür. Nitekim Hak dostları:
“Gerçek bayram yeni elbise giyene değil, Allâh’ın azâbından emîn olanadır.” buyurmuşlardır.]
Hz. Mevlânâ buyurur: “Ay, geceye sabrettiği için apaydın oldu.”
“Gül, dikenin arkadaşlığına katlanıp sabrettiği için, ona çok güzel bir râyiha ve lâtif bir renk nasib oldu.”
[Çileyi yudumlamasını öğreten hikmetin başında “sabır” gelir. Çile, aşkın dostu ve yoldaşıdır. Çile ve iptilâlara tahammül, insanı olgunlaştırır.]
Hz. Mevlânâ buyurur: “Şems -kuddise sirruh- bana bir şey öğretti:
«Dünyada bir tek mü’min üşüyorsa, ısınma hakkına sahip değilsin!»
Biliyorum ki yeryüzünde üşüyen mü’minler var; ben artık ısınamıyorum!..”
[Çile çekenin hâlinden, yine çile çeken anlar. Çilekeşin dostu, yine çilekeştir. Mü’min, mâtemlerin civârında, yalnızların yanıbaşında olmalıdır. Hadîs-i şerîflerde buyrulur:
“Mü’minler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.” (Buhârî, Edeb, 27; Müslim, Birr, 66)
“Komşusu açken tok yatan kimse (kâmil) mü’min değildir.” (Hâkim, II, 15)]
Hz. Mevlânâ buyurur: “Dostlarınızı sıkça ziyaret ediniz. Çünkü üzerinde yürünmeyen yollar, diken ve çalılarla kaplanır.”
[Enes bin Mâlik (r.a.) şöyle der:
“Rasûlullah (s.a.), din kardeşlerinden birini üç gün göremezse, onu sorardı. Uzaktaysa onun için duâ eder, evindeyse ziyaret eder, hasta ise şifa dilemeye giderdi.” (Heysemî, II, 295)
Din kardeşlerinin ziyaretleşmeleri, birbirlerini arayıp hâl-hatır sormaları, küçük şeylerle de olsa hediyeleşmeleri, sıkıntı ve sevinçlerini paylaşmaları; hem Hakk’ın rızâsına hem de kardeşlik, dostluk ve muhabbet bağlarının kuvvetlenmesine vesîle olur. Bunun zıddına, ihmâl edildiğinde ve yeterince emek verilmediğinde ise, kardeşlik gülistânı târumâr olur; ihtilâf, ayrılık ve husûmet dikenleri ortalığı kaplamaya başlar.]
Hz. Mevlânâ buyurur: “Sağlık, sıhhat, âfiyet ve huzur çağında herkes dosttur. Ama dert çağında, gam vaktinde Allah’tan başka eş dost nerede!”
[Gerçek dostluk, zor zamanların dostluğudur. Fakat pek çok insan, iyi gün dostudur. Gerçek dostluk ise dostunun saâdetini paylaşmaya gönüllü olmak kadar, felâket ânında ıztırâbını paylaşmaya da gönüllü olmaktır. Yine gerçek dostluk, yâr olup bâr olmamak, yani dostunun yükünü çekip ona yük olmamaktır. Bolluk ve rahatlık zamanlarının dostluklarını sahici sanmak, büyük bir hatâdır. Çünkü pek çok insan, menfaatinin dostudur. Bu sebeple zorluklarla denenmemiş bir dostluktan emin olunamaz.]
Hz. Mevlânâ buyurur: “İnsanlarla dost ol. Çünkü kervan ne kadar kalabalık ve halkı çok olursa, yol kesenlerin beli o kadar kırılır.”
[Sâlih dostlar edinmek, mü’min için tâlihlerin en büyüklerindendir. Zira nefis ve şeytan, kişiyi yalnız iken çok kolay aldatabilirken, sâlihlerle beraber olanlara kolay kolay yaklaşamaz. Bunun içindir ki hadîs-i şerîfte; “Toplulukta rahmet, ayrılıkta azap vardır.” buyrulmuştur. (Münâvî, III, 470)
Dolayısıyla hem sâlihlerle beraber olmak, hem de sâlihlerin bir ve beraber olması, toplumlardaki yozlaşmalardan ve mânevî erozyonlardan korunabilmenin en güzel çâresidir. Bunun aksine, sâlihlerden uzak durup fâsıklarla ülfet etmek de mânevî hayata zehir serpmektir. Zira İmam Gazâlî Hazretleri’nin buyurduğu gibi, fâsıklar ve gâfillerle zâhirî beraberlik, zamanla zihnî beraberliğe, zihnî beraberlik de bir müddet sonra kalbî beraberliğe dönüşür. Bu ise, insanın adım adım helâke sürüklenmesidir. Bunun içindir ki diğer bir hadîs-i şerîfte de:
“Yalnızlık, kötü arkadaştan daha hayırlıdır; sâlih bir arkadaş ise yalnızlıktan daha iyidir…” buyrulmuştur. (Hâkim, III, 343; Beyhakî, Şuab, 256/4993)]
Hz. Mevlânâ buyurur: “Bu seher benden ilham kesildi. Anladım ki vücuduma şüpheli birkaç lokma girdi. Bilgi de hikmet de helâl lokmadan doğar. Aşk da merhamet de helâl lokmanın mahsûlüdür. Eğer bir lokmadan gaflet meydana gelirse, bil ki o lokma şüpheli veya haramdır.”
“Nûr ve kemâli artıran lokma, helâl kazançtan elde edilen lokmadır.”
[Nitekim Hak dostlarından Süfyân-ı Sevrî -kuddise sirruh-:
“Kişinin dindarlığı, ekmeğinin helâlliği nisbetindedir.” buyurmuştur.
Yine bir gün kendisine:
“–Efendim! Namazı birinci safta kılmanın fazîletini anlatır mısınız?” dediklerinde de helâl lokmaya dikkat çekmiş ve:
“–Kardeşim! Sen ekmeğini nereden kazanıyorsun, ona bak! Kazancın helâl olduktan sonra, hangi safta dilersen namazını orada kıl; bu hususta sana güçlük yoktur.” cevabını vermiştir.]
Hz. Mevlânâ buyurur: “Ameli olmayan hikmetli söz, ödünç alınmış süslü elbise gibidir; bunu böyle bil!..”
“Hâl ile öğüt veren, sözle öğüt verenden iyidir.”
[Nitekim Efendimiz (s.a.) de insanlara tebliğ edeceği hakikatleri evvelâ ve bizzat kendi hayatında tatbik ederek en güzel bir fiilî kıstas, mükemmel bir numûne-i imtisal olmuştur. O’nun hâli kāline, özü sözüne mutâbık olduğundan, sözleri gönüllerde tesir bereketine mazhar olmuştur. Zira ancak kalpten çıkan sözler muhâtabının kalbine kadar nüfûz edebilir. Gönülden gelmeyen, yaşanmayan, sırf dilin söylediği sözler ise bir kulaktan girip diğerinden çıkar, hâl ve davranışlarda hayırlı bir tesir hâsıl edemez. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Ey îmân edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz?!” (es-Saff, 2)]
Hz. Mevlânâ buyurur: “Öyle bir abdest al ki, hiç bozulmasın.”
[Bu dünyaya Hakk’a kulluk için geldik. Mâlûm olduğu üzere Kur’ân okumak ve namaz kılmak gibi kulluk tezâhürleri, abdestsiz olarak icrâ edilemez. Hiç bozulmayacak olan abdest ise, mü’minin son nefesine kadar kulluk şuurunu muhâfaza edebilmesidir.]
Hz. Mevlânâ buyurur: “Öyle bir namaz kıl ki, hiç bitmesin.”
[Bir namazın kılınma süresi takrîben on-onbeş dakikadır. Sonrasında ise kalbin namazdaki gibi muhâfaza edilmesi lâzımdır. Zira muhâfaza edilemeyen kalp gaflete dalar; bir zaman sonra fahşâ ve münkere / hayâsızlık ve ahlâksızlıklara doğru kayabilir. Hâlbuki hakkıyla kılınan bir namaz, kulu fahşâ ve münkerden alıkoyar. Demek ki ibadetlerin makbûliyetinin alâmeti, ibadetten sonraki hâlin de ibâdetteki gibi olmasıdır. Bu yönüyle Hak âşıklarının namazı dâimîdir, onlar her nefes Hakk’ın huzûrunda oldukları şuuruyla yaşamaya gayret ederler.]
Hz. Mevlânâ buyurur: “Âşığa beş vakit namaz yetmez. Beş yüz bin vakit ister.”
“Gerçek âşık, vuslatın bitmesini hiç ister mi?”
[Namazın en büyük lezzeti, Cenâb-ı Hakk’a yaklaşmak ve O’nunla beraber olmaktır. Nitekim âyet-i kerîmede; “Secde et ve yaklaş.” (el-Alak, 19) buyrulmuştur. İbadetlerin mânevî zevki, maddî zevklerle kıyas edilemez. Nitekim tâcını-tahtını terk edip ilâhî aşk deryâsına dalmış olan İbrahim bin Edhem Hazretleri buyurur ki:
“İlâhî muhabbetteki vecd ve istiğrâkımız müşahhas bir şey olsaydı; krallar onu alabilmek için bütün hazinelerini de krallıklarını da fedâ ederlerdi.”
Nefsânî lezzetlerin alâmeti, tadılınca arzu ve hevesin sönmesidir. Mânevî lezzetler ise tadıldıkça daha büyük bir şevkle arzulanır. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak’la gerçek bir mülâkat hâlinde kılınabilen bir namaza doyum olmaz. Bunun içindir ki Hak âşıkları namazdaki o vuslat hâlinin bitmesini hiç istemezler.]
Hz. Mevlânâ buyurur: “Ey kardeş! Sen, tefekkür ile hayat bulmalısın… Eğer tefekkürün gül ise, sen gül bahçesindesin. Tefekkürün diken ise, külhan kütüğüsün!”
[Akıl ve kalp, sürekli bir şeylerin tefekkürü hâlindedir. Fakat aklı ve kalbi dâimâ Hakk’ın râzı olduğu hususların tefekkürüne hizmetkâr kılmak gerekir. Zira makbul olan tefekkür, nefsâniyet bataklığından zehirlenen değil, rûhâniyet iklîminden feyizlenen tefekkürdür.
Nefsânî ve şeytânî hususların tefekkürü, insanı gaflete sürükler, nefsinin kölesi hâline getirir. Rahmânî ve rûhânî hususların tefekkürü ise, kalplere rikkat verir, ibâdetlerde huşûyu artırır, kulu nefsânî ihtiraslardan muhâfaza eder, sır ve hikmetler ikliminin seyyâhı eyler.
Nasıl ki bir arabanın deposunu benzin yerine suyla doldurmak, o arabanın motorunu ifsâd ederse, ruhları ihyâ edecek bir tefekkür iklîmine girebilmek için aklı ve kalbi mâlâyânî ile değil, hikmetle meşgûl etmek îcâb eder. Nitekim bayat ve bozuk malzemelerle doldurulan bir tencereden lezzetli bir yemeğin çıkması beklenemez. Bu sebeple, tefekkür dağarcığımız için lüzumlu şeylerle lüzumsuz şeyleri iyi ayırt etmeliyiz. Nitekim kurtuluşa eren mü’minler hakkında âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Onlar ki, boş ve faydasız şeylerden yüz çevirirler.” (el-Mü’minûn, 3)
Hadîs-i şerîfte de:
“Kişinin kendisini ilgilendirmeyen şeyleri terk etmesi, müslümanlığının güzel olmasındandır.” buyrulmuştur. (Tirmizî, Zühd, 11)]
Hz. Mevlânâ buyurur: “Dünya nimetlerle dolu olsa, fareyle yılan yine toprak yerler. Tahtanın içindeki kurt; «–Kimin böyle güzel helvası var!» der.”
“Eşek müşteri olup bir şey alacak olsa, elbette ham kavunu alırdı.”
“İnsana, aradığı şeye bakılarak değer verilir.”
[Temâyül ve yönelişleri, insanın aynasıdır. İnsan aradığı şeyi düşünüp hayâl eder, düşünüp hayâl ettiği şeyin arayışı içinde olur.
O hâlde dikkat: Neyi arıyoruz? Arayışlarımızın kıblesi dünyâ mı ukbâ mı? Hayallerimizin rotası nefsâniyet çizgisinde mi, rûhâniyet istikâmetinde mi?.. Unutmayalım ki saâdeti sefâlet çarşısında aramak, en büyük ahmaklıktır!..]
Hz. Mevlânâ buyurur: “Tohum toprağa düşse onun için «öldü» denebilir mi?..”
“Ölüm gününde tabutum götürülürken, bende, bu dünyanın dert ve gamı var sanma! Dünyadan ayrıldığıma üzülüyorum zannetme!”
“Sakın ola ki, öldüğüm için bana ağlama! «Yazık oldu, yazık oldu!» deme! Eğer ben yaşarken nefse uyup şeytanın tuzağına düşersem, işte hayıflanmanın sırası o zamandır!”
“Cenazemi görüp de; «Ayrılık, ayrılık!» deme! Bilesin ki o vakit, benim ayrılık vaktim değil, (Rabbimle) buluşma, yani vuslat vaktimdir!”
“Beni toprağın kucağına verdikleri zaman sakın; «elvedâ, elvedâ!» deme! Çünkü mezar, öteki âlemin, cennetler mekânının perdesidir!”
“Batmayı, gözden kaybolmayı gördün ya, bir de doğmayı gör! Düşün ki, Güneş’le Ay, batıp gözden kayboldukları zaman onların nûruna bir ziyan gelir mi?”
“Bu hâl, sana; batmak, kaybolmak gibi görünse de, aslında doğmaktır, yeniden hayata kavuşmaktır!”
[Gerçekten de insan, maddî yapısı itibârıyla, önce bir tabiat unsuru olarak toprakta, bir müddet baba sulbünde, sonra bir süre anne karnında, nihâyet anne-babanın kollarında, bir zaman da ebeveynin kalbinde bir ömür sürer. Ardından, dünya beşiğinden kabir beşiğine tevdî olunarak, mezar, kıyâmet, cennet veya cehennem yolcuğuna çıkartılır.
Dolayısıyla ölüm bir yok oluş değil, yeniden dirilişin ilk adımıdır. Tıpkı ana rahmindeki bebeğin oradan irtibâtını keserek dünyaya doğması gibi, rûhun bu fânî âlemden kurtulup ebedî bir hayatın sabahına doğmasıdır.
İnsanoğlu orada dünyada yaşadığı hayattan hesâba çekilecek, bunun neticesine göre ya sonsuz bir saâdete kavuşacak ya da -Allah muhafaza buyursun- ebedî bir azâba dûçâr kılınacaktır.
Velhâsıl mü’minin vazîfesi, dünyada ölümden ürperip kaçmak yerine, ona hazırlanmak ve onu güzelleştirmeye çalışmaktır. Düşünmek gerekir ki, yüz yirmi dört bin küsur peygamber, sahâbe-i kirâm, sayısız evliyâullah, ölümü güzelleştirmeyi bildiler. Şimdi onlar, cennet bahçelerinden bir bahçe olan kabirlerinde kıyameti beklemektedirler. Bizler de ebedî saâdetimiz için fânî günlerimizi Hakk’ın rızâsına uygun şekilde geçirmeli, kendimize güzel bir kabir hazırlamanın değil, kabre güzelce hazırlanmanın gayreti içinde olmalıyız.]
Cenâb-ı Hak, ilâhî hikmet tecellîlerinden gönüllerimize hisseler nasîb eylesin. Cümlemizi, dünyaya geliş ve ukbâya gidişin hikmetinde derinleşebilen sâlih mü’minlerden kılsın.
Âmîn!..
Hz.Mevlana..Bir ufuk çizgisi,kristal in ışık huzmeleri arasından sezilen..Dilinde hikmetten pınarlar,ilmihalinde hikmetli kurallar,bozulmayan abdest almak,bitmeyen namaz kılmak,aşık olmak,aşık olmak,anlatmak ne mümkün,anlamak ne mümkün...
Kar giyen,nur giyen mana eri anlatsın,biz dinleyelim,güzeldir ancak anlayan güzelin dilini...Ruhlar dinlensin sükun bulsun,dinlemekle hal ehlinden gelen hikmetleri..Belki tamir olur böylelikle yazıp çizip düzelemeyen biçarelerin namazla bile ilgili problemleri,gizli münafık halleri...İsteriz ille himmeti,ille himmeti...
Hak Dostlarından Hikmetler - Hz. Mevlânâ (kuddise sirruh)-1
Osman Nûri Topbaş
Altınoluk
2010 - Aralık, Sayı: 298, Sayfa: 032
İnsanın dünyâ ve ukbâ saâdeti, hayatında ruh ve beden âhengini temin edebilmesiyle mümkündür. Bedenin maddî gıdâya ihtiyacı olduğu gibi, rûhun da mânevî gıdâya ihtiyacı vardır. Rûhun en feyizli gıdâsı ise “hikmet”tir. Hikmet ehlinin söz ve davranışlarını tefekkür etmek, tıpkı bereketli nisan yağmurlarının toprağa bahar aşısı yapması gibi, ruhların da âb-ı hayat katreleriyle ihyâ olmasına vesîledir. Bu hakîkati Hazret-i Ali (r.a.) ne güzel ifâde buyurur:
“Nükteli ve hikmetli söz ve davranışlarla ruhlarınızı dinlendirin. Zira bedenlerin yorulduğu gibi ruhlar da yorulur.”
“İnsanları, düşündürücü hikmetli sözlerle îkaz edin ki, kalpleri huzur bulsun.”
Boş ve mâlâyânî sözler, insanı rûhâniyetten uzaklaştırdığı gibi, hikmetli sözler de ruhlara huzur ve ferahlık verir. Gündelik hayatın med-cezirleri / iniş-çıkışları içinde bunalan akıl ve kalp, hikmetli sözlerle uyanır, huzur bulur, hakîkatlere karşı âgâh hâle gelir.
Hikmete vukuf bakımından insanlığın zirvesinde yer alan peygamberlerin umûmî mânâda üç vazifesi vardır:
1. Allâh’ın âyetlerinin tebliğ ve tatbiki, yani ilâhî emir ve nehiyleri beyân edip uygulamak.
2. Tezkiye, yani insanların iç dünyasını mânevî kirlerden ve gaflete dûçâr edecek şeylerden arındırmak.
Bunların neticesinde de;
3. Kitap ve hikmetin tâlimi; yani kalpleri ilâhî hakîkatlere ve sırlara âşinâ kılmak…
Kur’ân-ı Kerîm, esâsen baştan sona bir hikmetler sergisidir. Hikmet, bütün hâdise ve varlıklarda meknuz olan ilâhî mesajlar ve sırrî hakîkatlerdir. Dolayısıyla hikmetin mutlak menşei Allah Teâlâ’dır. Peygamber Efendimiz (s.a.)’in bütün söz ve davranışları da, O’nun Hak Teâlâ’dan vahiy yoluyla telâkkî ettiği Kur’ân hikmetlerinin îzah ve şerhinden ibârettir.
Efendimiz (s.a.)’deki ilâhî hikmetlere en yakından vâkıf olanlar, şüphesiz ki ashâb-ı kirâmdır. Nitekim Efendimiz (s.a.);
“Ashâbım yıldızlar gibidir...” buyurmuştur.1 Hikmet nazarıyla bakıldığında, Kur’ân-ı Kerîm’de “yıldızların üç husûsiyeti”nden bahsedildiği görülür:
1. Semâyı tezyîn etmek: Her sahâbî de, İslâm semâsında ve mü’minlerin gönül dünyasında ayrı bir güzellik sergilemiştir. Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de Muhâcirler ve Ensâr’ı medhetmiştir.
2. Şeytanları Taşlamak: Fizikî olarak bu taşlamanın nasıl gerçekleştiği bizlere meçhûldür; bunun keyfiyetini Allah bilir. Fakat sahâbe-i kirâm da Kitap ve Sünnet’e ittibâ etmek, rûhânî bir hayat yaşamak ve yeryüzünde Allâh’ın şâhidi olmakla, dâimâ şeytanı taşlamışlardır.
3. Yol Göstermek: Yıldızlar, bulundukları mevkiler sâyesinde yön tespitinde ölçü teşkil ettikleri gibi, ashâb-ı kirâm da kıyâmete kadar gelecek olan bütün ümmete örnek hayatlarıyla rehberlik ederek, toplumları yanlış fikirlerden ve hurâfelerden kurtarmak için yol göstermektedirler.
Cenâb-ı Hak tarafından Efendimiz (s.a.)’in mübârek kalbine bahşedilen hikmet, Efendimiz (s.a.)’den sahâbe-i kirâma, onlardan da Hak dostlarına, kâmil mânâda intikal etmiştir. Peygamber vârisi Hak dostları da, nebevî hikmetlerin nûrunu zamanlara ve mekânlara yansıtan mücellâ aynalar mesâbesindedirler. Zira insanlığın yaratılış itibârıyla îkaz, irşad ve terbiyeye ihtiyacı olduğu için, bu ihtiyacın kıyâmete kadar giderilmesi husûsunda istîdatlı kullar halk etmek, Allâh’ın sonsuz merhametinin bir îcâbıdır. Lâkin gerek peygamberler ve gerekse onların irşad vazîfesini devam ettiren velî kullar, hacmine ve derinliğine vâkıf olunamayan bir okyanus gibidirler. Herkes o okyanusun derinliğine istîdâdı nisbetinde dalabilir ve ondan nasiplenebilir.
Bununla beraber, her fiilinde hikmet sahibi olan Cenâb-ı Hak, kâinattaki bütün varlıkları farklılık üzere yaratmış, kullarına da maddî-mânevî, apayrı husûsiyetler lûtfetmiştir. Bu bakımdan, kâinatta hiç kimse ve hattâ hiçbir varlık için tam bir ikizlik söz konusu değildir. Zira birbirine mutlak sûrette eşit iki varlık yaratmak, onlardan birinin varlığını hikmetsiz kılardı. Allah Teâlâ ise böyle bir noksanlıktan münezzehtir. Dolayısıyla iki insan maddî bakımdan ne kadar birbirine benzese de, gönül dünyası, tefekkür, tahassüs ve temâyülleri gibi sayısız husûsiyetleri bakımından mutlaka birbirinden farklıdır.
Aynı menbâdan, yani Kitap ve Sünnet’ten feyizlenen sayısız Hak dostu da, aynı ışığı rengârenk bir sûrette yansıtan bir kristalin farklı kesitleri gibi, mânâ âleminde nâil oldukları tecellîlerin tezâhürü bakımından farklılık arz ederler.
Bu meyanda Cenâb-ı Hak, bâzı velî kullarını Şâh-ı Nakşibend eyleyip mânevî tasarruf ve mârifetullah’ta eşsiz bir himmet deryâsı kılmış; kimini Mecnûn gibi aşk çöllerinde dolaştırmış; kimini hayret vâdilerinde gezdirmiş; kimini azamet-i ilâhiyye karşısında dilsiz kılarak sükût ve hâl lisânıyla irşâdın şi’riyyeti içinde yaşatmış, kimini Yûnus Emre gibi aşk-ı ilâhî bülbülü kılmış, kimini de Hazret-i Mevlânâ gibi, dilinden hikmet incileri dökülen, eşsiz bir mânâ deryâsı eylemiştir.
Bilhassa Mevlânâ Hazretleri, hâl lisânına ilâveten, bir de sözlü beyâna memur kılınmıştır. Bu yüzden o Hak âşığı, kalemi, kelâmı, gönül eserleri ve feyizli sohbetleriyle; hakîkati arayan, Hakk’a teşne gönülleri asırlardan beri irşâd etmeye devam etmektedir.
Mevlânâ Hazretleri, Cenâb-ı Hakk’ın lûtfettiği ilim, irfan, sır ve hikmetleri, kendisine verilen müstesnâ bir beyan ve îzah salâhiyetiyle kelimelere aksettirmiştir. Bu bakımdan o, âdeta bütün Hak dostlarındaki gönül feyzinin tercümânı mevkiindedir.
Mevlânâ Hazretleri’nin “Şeb-i Arûs / Hakk’a vuslat”ının sene-i devriyesi münâsebetiyle, bu yazımızda onun gönül diyarındaki hikmetler dergâhına bir tefekkür ziyaretinde bulunmayı arzu ettik. İşte Mevlânâ Hazretleri’nden, Kur’ân ve Sünnet ölçülerinin şerhi mâhiyetindeki hikmetli ifâdeler:
Hz. Mevlânâ buyurur: “Kıyâmet günü; alacalı öküzler, yani kötü düşünceli kâfirler ve fâsıklar için korkunç bir kurban bayramıdır. O gün, öküzlere ölüm, mü’minlere ise bayram günüdür!”
[Ölümü bir bayram sevinciyle karşılayabilmek için, canı ve malı bu dünyada Hakk’a kurban kılabilmek lâzımdır. Fânî hayatında canını ve malını Hakk’a kurban edemeyen, ilâhî hakîkatlere râm olamayan, kulluk vazifelerini îfâ hususunda tembellik gösteren, haramlara koşan nefsinin boynunu vuramayan gâfiller için kıyâmet, korkunç bir kurban edilme günü olacaktır.
Zira ölüm, herkesin karşısına, yaşadığı hayatın keyfiyetine uygun bir vasıfta çıkacaktır: Kimine bir bayram sabahı mutluluğu, kimine de kâbuslarla dolu bir azap yolculuğu... Bu sebeple ömürlerimizi, kulluk heyecanı ve âdâbı ile geçirmeye gayret edelim ki; âhiretimiz, ebedî bir bayram günümüz olsun. Yani asıl bayram; mü’minlerin fânî dünyadaki takvâ imtihanından muvaffakıyetle Hakk’ın huzûruna çıktıkları gündür. Nitekim Hak dostları:
“Gerçek bayram yeni elbise giyene değil, Allâh’ın azâbından emîn olanadır.” buyurmuşlardır.]
Hz. Mevlânâ buyurur: “Ay, geceye sabrettiği için apaydın oldu.”
“Gül, dikenin arkadaşlığına katlanıp sabrettiği için, ona çok güzel bir râyiha ve lâtif bir renk nasib oldu.”
[Çileyi yudumlamasını öğreten hikmetin başında “sabır” gelir. Çile, aşkın dostu ve yoldaşıdır. Çile ve iptilâlara tahammül, insanı olgunlaştırır.]
Hz. Mevlânâ buyurur: “Şems -kuddise sirruh- bana bir şey öğretti:
«Dünyada bir tek mü’min üşüyorsa, ısınma hakkına sahip değilsin!»
Biliyorum ki yeryüzünde üşüyen mü’minler var; ben artık ısınamıyorum!..”
[Çile çekenin hâlinden, yine çile çeken anlar. Çilekeşin dostu, yine çilekeştir. Mü’min, mâtemlerin civârında, yalnızların yanıbaşında olmalıdır. Hadîs-i şerîflerde buyrulur:
“Mü’minler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.” (Buhârî, Edeb, 27; Müslim, Birr, 66)
“Komşusu açken tok yatan kimse (kâmil) mü’min değildir.” (Hâkim, II, 15)]
Hz. Mevlânâ buyurur: “Dostlarınızı sıkça ziyaret ediniz. Çünkü üzerinde yürünmeyen yollar, diken ve çalılarla kaplanır.”
[Enes bin Mâlik (r.a.) şöyle der:
“Rasûlullah (s.a.), din kardeşlerinden birini üç gün göremezse, onu sorardı. Uzaktaysa onun için duâ eder, evindeyse ziyaret eder, hasta ise şifa dilemeye giderdi.” (Heysemî, II, 295)
Din kardeşlerinin ziyaretleşmeleri, birbirlerini arayıp hâl-hatır sormaları, küçük şeylerle de olsa hediyeleşmeleri, sıkıntı ve sevinçlerini paylaşmaları; hem Hakk’ın rızâsına hem de kardeşlik, dostluk ve muhabbet bağlarının kuvvetlenmesine vesîle olur. Bunun zıddına, ihmâl edildiğinde ve yeterince emek verilmediğinde ise, kardeşlik gülistânı târumâr olur; ihtilâf, ayrılık ve husûmet dikenleri ortalığı kaplamaya başlar.]
Hz. Mevlânâ buyurur: “Sağlık, sıhhat, âfiyet ve huzur çağında herkes dosttur. Ama dert çağında, gam vaktinde Allah’tan başka eş dost nerede!”
[Gerçek dostluk, zor zamanların dostluğudur. Fakat pek çok insan, iyi gün dostudur. Gerçek dostluk ise dostunun saâdetini paylaşmaya gönüllü olmak kadar, felâket ânında ıztırâbını paylaşmaya da gönüllü olmaktır. Yine gerçek dostluk, yâr olup bâr olmamak, yani dostunun yükünü çekip ona yük olmamaktır. Bolluk ve rahatlık zamanlarının dostluklarını sahici sanmak, büyük bir hatâdır. Çünkü pek çok insan, menfaatinin dostudur. Bu sebeple zorluklarla denenmemiş bir dostluktan emin olunamaz.]
Hz. Mevlânâ buyurur: “İnsanlarla dost ol. Çünkü kervan ne kadar kalabalık ve halkı çok olursa, yol kesenlerin beli o kadar kırılır.”
[Sâlih dostlar edinmek, mü’min için tâlihlerin en büyüklerindendir. Zira nefis ve şeytan, kişiyi yalnız iken çok kolay aldatabilirken, sâlihlerle beraber olanlara kolay kolay yaklaşamaz. Bunun içindir ki hadîs-i şerîfte; “Toplulukta rahmet, ayrılıkta azap vardır.” buyrulmuştur. (Münâvî, III, 470)
Dolayısıyla hem sâlihlerle beraber olmak, hem de sâlihlerin bir ve beraber olması, toplumlardaki yozlaşmalardan ve mânevî erozyonlardan korunabilmenin en güzel çâresidir. Bunun aksine, sâlihlerden uzak durup fâsıklarla ülfet etmek de mânevî hayata zehir serpmektir. Zira İmam Gazâlî Hazretleri’nin buyurduğu gibi, fâsıklar ve gâfillerle zâhirî beraberlik, zamanla zihnî beraberliğe, zihnî beraberlik de bir müddet sonra kalbî beraberliğe dönüşür. Bu ise, insanın adım adım helâke sürüklenmesidir. Bunun içindir ki diğer bir hadîs-i şerîfte de:
“Yalnızlık, kötü arkadaştan daha hayırlıdır; sâlih bir arkadaş ise yalnızlıktan daha iyidir…” buyrulmuştur. (Hâkim, III, 343; Beyhakî, Şuab, 256/4993)]
Hz. Mevlânâ buyurur: “Bu seher benden ilham kesildi. Anladım ki vücuduma şüpheli birkaç lokma girdi. Bilgi de hikmet de helâl lokmadan doğar. Aşk da merhamet de helâl lokmanın mahsûlüdür. Eğer bir lokmadan gaflet meydana gelirse, bil ki o lokma şüpheli veya haramdır.”
“Nûr ve kemâli artıran lokma, helâl kazançtan elde edilen lokmadır.”
[Nitekim Hak dostlarından Süfyân-ı Sevrî -kuddise sirruh-:
“Kişinin dindarlığı, ekmeğinin helâlliği nisbetindedir.” buyurmuştur.
Yine bir gün kendisine:
“–Efendim! Namazı birinci safta kılmanın fazîletini anlatır mısınız?” dediklerinde de helâl lokmaya dikkat çekmiş ve:
“–Kardeşim! Sen ekmeğini nereden kazanıyorsun, ona bak! Kazancın helâl olduktan sonra, hangi safta dilersen namazını orada kıl; bu hususta sana güçlük yoktur.” cevabını vermiştir.]
Hz. Mevlânâ buyurur: “Ameli olmayan hikmetli söz, ödünç alınmış süslü elbise gibidir; bunu böyle bil!..”
“Hâl ile öğüt veren, sözle öğüt verenden iyidir.”
[Nitekim Efendimiz (s.a.) de insanlara tebliğ edeceği hakikatleri evvelâ ve bizzat kendi hayatında tatbik ederek en güzel bir fiilî kıstas, mükemmel bir numûne-i imtisal olmuştur. O’nun hâli kāline, özü sözüne mutâbık olduğundan, sözleri gönüllerde tesir bereketine mazhar olmuştur. Zira ancak kalpten çıkan sözler muhâtabının kalbine kadar nüfûz edebilir. Gönülden gelmeyen, yaşanmayan, sırf dilin söylediği sözler ise bir kulaktan girip diğerinden çıkar, hâl ve davranışlarda hayırlı bir tesir hâsıl edemez. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Ey îmân edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz?!” (es-Saff, 2)]
Hz. Mevlânâ buyurur: “Öyle bir abdest al ki, hiç bozulmasın.”
[Bu dünyaya Hakk’a kulluk için geldik. Mâlûm olduğu üzere Kur’ân okumak ve namaz kılmak gibi kulluk tezâhürleri, abdestsiz olarak icrâ edilemez. Hiç bozulmayacak olan abdest ise, mü’minin son nefesine kadar kulluk şuurunu muhâfaza edebilmesidir.]
Hz. Mevlânâ buyurur: “Öyle bir namaz kıl ki, hiç bitmesin.”
[Bir namazın kılınma süresi takrîben on-onbeş dakikadır. Sonrasında ise kalbin namazdaki gibi muhâfaza edilmesi lâzımdır. Zira muhâfaza edilemeyen kalp gaflete dalar; bir zaman sonra fahşâ ve münkere / hayâsızlık ve ahlâksızlıklara doğru kayabilir. Hâlbuki hakkıyla kılınan bir namaz, kulu fahşâ ve münkerden alıkoyar. Demek ki ibadetlerin makbûliyetinin alâmeti, ibadetten sonraki hâlin de ibâdetteki gibi olmasıdır. Bu yönüyle Hak âşıklarının namazı dâimîdir, onlar her nefes Hakk’ın huzûrunda oldukları şuuruyla yaşamaya gayret ederler.]
Hz. Mevlânâ buyurur: “Âşığa beş vakit namaz yetmez. Beş yüz bin vakit ister.”
“Gerçek âşık, vuslatın bitmesini hiç ister mi?”
[Namazın en büyük lezzeti, Cenâb-ı Hakk’a yaklaşmak ve O’nunla beraber olmaktır. Nitekim âyet-i kerîmede; “Secde et ve yaklaş.” (el-Alak, 19) buyrulmuştur. İbadetlerin mânevî zevki, maddî zevklerle kıyas edilemez. Nitekim tâcını-tahtını terk edip ilâhî aşk deryâsına dalmış olan İbrahim bin Edhem Hazretleri buyurur ki:
“İlâhî muhabbetteki vecd ve istiğrâkımız müşahhas bir şey olsaydı; krallar onu alabilmek için bütün hazinelerini de krallıklarını da fedâ ederlerdi.”
Nefsânî lezzetlerin alâmeti, tadılınca arzu ve hevesin sönmesidir. Mânevî lezzetler ise tadıldıkça daha büyük bir şevkle arzulanır. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak’la gerçek bir mülâkat hâlinde kılınabilen bir namaza doyum olmaz. Bunun içindir ki Hak âşıkları namazdaki o vuslat hâlinin bitmesini hiç istemezler.]
Hz. Mevlânâ buyurur: “Ey kardeş! Sen, tefekkür ile hayat bulmalısın… Eğer tefekkürün gül ise, sen gül bahçesindesin. Tefekkürün diken ise, külhan kütüğüsün!”
[Akıl ve kalp, sürekli bir şeylerin tefekkürü hâlindedir. Fakat aklı ve kalbi dâimâ Hakk’ın râzı olduğu hususların tefekkürüne hizmetkâr kılmak gerekir. Zira makbul olan tefekkür, nefsâniyet bataklığından zehirlenen değil, rûhâniyet iklîminden feyizlenen tefekkürdür.
Nefsânî ve şeytânî hususların tefekkürü, insanı gaflete sürükler, nefsinin kölesi hâline getirir. Rahmânî ve rûhânî hususların tefekkürü ise, kalplere rikkat verir, ibâdetlerde huşûyu artırır, kulu nefsânî ihtiraslardan muhâfaza eder, sır ve hikmetler ikliminin seyyâhı eyler.
Nasıl ki bir arabanın deposunu benzin yerine suyla doldurmak, o arabanın motorunu ifsâd ederse, ruhları ihyâ edecek bir tefekkür iklîmine girebilmek için aklı ve kalbi mâlâyânî ile değil, hikmetle meşgûl etmek îcâb eder. Nitekim bayat ve bozuk malzemelerle doldurulan bir tencereden lezzetli bir yemeğin çıkması beklenemez. Bu sebeple, tefekkür dağarcığımız için lüzumlu şeylerle lüzumsuz şeyleri iyi ayırt etmeliyiz. Nitekim kurtuluşa eren mü’minler hakkında âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Onlar ki, boş ve faydasız şeylerden yüz çevirirler.” (el-Mü’minûn, 3)
Hadîs-i şerîfte de:
“Kişinin kendisini ilgilendirmeyen şeyleri terk etmesi, müslümanlığının güzel olmasındandır.” buyrulmuştur. (Tirmizî, Zühd, 11)]
Hz. Mevlânâ buyurur: “Dünya nimetlerle dolu olsa, fareyle yılan yine toprak yerler. Tahtanın içindeki kurt; «–Kimin böyle güzel helvası var!» der.”
“Eşek müşteri olup bir şey alacak olsa, elbette ham kavunu alırdı.”
“İnsana, aradığı şeye bakılarak değer verilir.”
[Temâyül ve yönelişleri, insanın aynasıdır. İnsan aradığı şeyi düşünüp hayâl eder, düşünüp hayâl ettiği şeyin arayışı içinde olur.
O hâlde dikkat: Neyi arıyoruz? Arayışlarımızın kıblesi dünyâ mı ukbâ mı? Hayallerimizin rotası nefsâniyet çizgisinde mi, rûhâniyet istikâmetinde mi?.. Unutmayalım ki saâdeti sefâlet çarşısında aramak, en büyük ahmaklıktır!..]
Hz. Mevlânâ buyurur: “Tohum toprağa düşse onun için «öldü» denebilir mi?..”
“Ölüm gününde tabutum götürülürken, bende, bu dünyanın dert ve gamı var sanma! Dünyadan ayrıldığıma üzülüyorum zannetme!”
“Sakın ola ki, öldüğüm için bana ağlama! «Yazık oldu, yazık oldu!» deme! Eğer ben yaşarken nefse uyup şeytanın tuzağına düşersem, işte hayıflanmanın sırası o zamandır!”
“Cenazemi görüp de; «Ayrılık, ayrılık!» deme! Bilesin ki o vakit, benim ayrılık vaktim değil, (Rabbimle) buluşma, yani vuslat vaktimdir!”
“Beni toprağın kucağına verdikleri zaman sakın; «elvedâ, elvedâ!» deme! Çünkü mezar, öteki âlemin, cennetler mekânının perdesidir!”
“Batmayı, gözden kaybolmayı gördün ya, bir de doğmayı gör! Düşün ki, Güneş’le Ay, batıp gözden kayboldukları zaman onların nûruna bir ziyan gelir mi?”
“Bu hâl, sana; batmak, kaybolmak gibi görünse de, aslında doğmaktır, yeniden hayata kavuşmaktır!”
[Gerçekten de insan, maddî yapısı itibârıyla, önce bir tabiat unsuru olarak toprakta, bir müddet baba sulbünde, sonra bir süre anne karnında, nihâyet anne-babanın kollarında, bir zaman da ebeveynin kalbinde bir ömür sürer. Ardından, dünya beşiğinden kabir beşiğine tevdî olunarak, mezar, kıyâmet, cennet veya cehennem yolcuğuna çıkartılır.
Dolayısıyla ölüm bir yok oluş değil, yeniden dirilişin ilk adımıdır. Tıpkı ana rahmindeki bebeğin oradan irtibâtını keserek dünyaya doğması gibi, rûhun bu fânî âlemden kurtulup ebedî bir hayatın sabahına doğmasıdır.
İnsanoğlu orada dünyada yaşadığı hayattan hesâba çekilecek, bunun neticesine göre ya sonsuz bir saâdete kavuşacak ya da -Allah muhafaza buyursun- ebedî bir azâba dûçâr kılınacaktır.
Velhâsıl mü’minin vazîfesi, dünyada ölümden ürperip kaçmak yerine, ona hazırlanmak ve onu güzelleştirmeye çalışmaktır. Düşünmek gerekir ki, yüz yirmi dört bin küsur peygamber, sahâbe-i kirâm, sayısız evliyâullah, ölümü güzelleştirmeyi bildiler. Şimdi onlar, cennet bahçelerinden bir bahçe olan kabirlerinde kıyameti beklemektedirler. Bizler de ebedî saâdetimiz için fânî günlerimizi Hakk’ın rızâsına uygun şekilde geçirmeli, kendimize güzel bir kabir hazırlamanın değil, kabre güzelce hazırlanmanın gayreti içinde olmalıyız.]
Cenâb-ı Hak, ilâhî hikmet tecellîlerinden gönüllerimize hisseler nasîb eylesin. Cümlemizi, dünyaya geliş ve ukbâya gidişin hikmetinde derinleşebilen sâlih mü’minlerden kılsın.
Âmîn!..
10 Aralık 2010 Cuma
Dünyanın Formülü
Orda bir yer var uzakta.O yer bizim yerimizdir,gitmesek de,görmesek de,biliriz ki ordan gelmişizdir...Eveeet,burdan sonrası trallallallal laaaa diye gitmiyor tabi,o çocukluk şarkısındaki gibi..Hep ite kaka,çünkü,burdan sonrası dünya..
Öyle bir yer vardı.Dışardan görünmeyen,içerden eşsiz lezzet.Adı cennet.İçinde sonsuz nimet ,yiyecek vardı,ama yoktu ne acıkmak ne susamak,ne bunların posasıyla uğraşmak,ne pişirmek,ne dondurmak,ne ekmek biçmek,ne emek...Kristal köşkler vardı ama,ne temizlemek,ne yenilemek,ne iklimlendirmek,ısıtmak,soğutmak,hatta üşümek ve ne de terlemek...İpekten şeffaf elbiseler vardı,ama ne modası geçmek,ne bedeni,ne rengi ne ahengi sorun etmek..Sevgiye tomurcuklanmış göğüslerde kalpler vardı,ama içinden kin sökülmüş,kıskançlık kaldırılmış.Eşler vardı,gözünü gözünden ayırmayan,daima aşık,gözü başka bir şey görmeyen,ama ne gurur ne zıtlık,ne kadının fendi,ne erkeğin zevki,ne de evliliğin aşkı öldürdüğünü fısıldayan bir bilgi.Sadece sonsuz nimet,sonsuz nimet,ama insana sınırsız değil,her şey serbest de şu ağaç değil..Ey insan anla ki senin bulunduğun hiç bir yer sınırsız değil,senin değil,sana yaklaşma denen şu ağaç uçurum,doruk değil zirve değil..Ama insan yaklaştı yasağa,içinde yaşadığı nimete yeni bir formül bulmaya.. Formül basit oldu,sonuç sonsuz karmaşık.İçine hata karışan her işlem gibi çapraşık.
(Sonsuz nimet) x (hata) = Dünya
Sonsuz nimet parantezindeki herşey hatayla çarpılıp başka bir forma daha büründü,artık yer çokluk,zıtlık,çeşitlilik yeri oldu.Nimetin yanına bir de külfeti kondu.Her nimetin bir de bedeli oldu.Sadece yemek yemenin,acıkmak,yemek bulmaya çalışmak,yemek ve çıkarmak külfetlerini saysak da yemek için mi yaşıyoruz felsefesini yapanların düşüncelerine bir göz gezdirsek,erkeklerin almak,kadınların pişirmekle ömür tükettiği yiyeceğin,artık sunisini GDO sunu filan hesaba katmasak bile dünyayı anlamaya yeter..Duyguların bu formüle girmiş hali işte,sığınmayan insanı hasta eder.Burası böyle bir yer..
Acilen o kelimelere sarılmalı,Adem as.ın hatırasıyla,onun yakarışı gözyaşıyla,Rabbimiz,biz kendimize zulmettik,eğer bağışlamaz merhamet etmezsen,biz hüsrana düşenlerden oluruz...
Öyle bir yer vardı.Dışardan görünmeyen,içerden eşsiz lezzet.Adı cennet.İçinde sonsuz nimet ,yiyecek vardı,ama yoktu ne acıkmak ne susamak,ne bunların posasıyla uğraşmak,ne pişirmek,ne dondurmak,ne ekmek biçmek,ne emek...Kristal köşkler vardı ama,ne temizlemek,ne yenilemek,ne iklimlendirmek,ısıtmak,soğutmak,hatta üşümek ve ne de terlemek...İpekten şeffaf elbiseler vardı,ama ne modası geçmek,ne bedeni,ne rengi ne ahengi sorun etmek..Sevgiye tomurcuklanmış göğüslerde kalpler vardı,ama içinden kin sökülmüş,kıskançlık kaldırılmış.Eşler vardı,gözünü gözünden ayırmayan,daima aşık,gözü başka bir şey görmeyen,ama ne gurur ne zıtlık,ne kadının fendi,ne erkeğin zevki,ne de evliliğin aşkı öldürdüğünü fısıldayan bir bilgi.Sadece sonsuz nimet,sonsuz nimet,ama insana sınırsız değil,her şey serbest de şu ağaç değil..Ey insan anla ki senin bulunduğun hiç bir yer sınırsız değil,senin değil,sana yaklaşma denen şu ağaç uçurum,doruk değil zirve değil..Ama insan yaklaştı yasağa,içinde yaşadığı nimete yeni bir formül bulmaya.. Formül basit oldu,sonuç sonsuz karmaşık.İçine hata karışan her işlem gibi çapraşık.
(Sonsuz nimet) x (hata) = Dünya
Sonsuz nimet parantezindeki herşey hatayla çarpılıp başka bir forma daha büründü,artık yer çokluk,zıtlık,çeşitlilik yeri oldu.Nimetin yanına bir de külfeti kondu.Her nimetin bir de bedeli oldu.Sadece yemek yemenin,acıkmak,yemek bulmaya çalışmak,yemek ve çıkarmak külfetlerini saysak da yemek için mi yaşıyoruz felsefesini yapanların düşüncelerine bir göz gezdirsek,erkeklerin almak,kadınların pişirmekle ömür tükettiği yiyeceğin,artık sunisini GDO sunu filan hesaba katmasak bile dünyayı anlamaya yeter..Duyguların bu formüle girmiş hali işte,sığınmayan insanı hasta eder.Burası böyle bir yer..
Acilen o kelimelere sarılmalı,Adem as.ın hatırasıyla,onun yakarışı gözyaşıyla,Rabbimiz,biz kendimize zulmettik,eğer bağışlamaz merhamet etmezsen,biz hüsrana düşenlerden oluruz...
Etiketler:Çocuk etkinlikleri,tefsir notları,
bakara,
cennet,
cumartesi,
formül,
hayat,
tefsir notları
6 Aralık 2010 Pazartesi
Sonsuzluklara....Sonsuzluklara........
Bir yıl daha yaşandı ve bitti.
Küçük kederleriyle,büyük sevinçleriyle.
Her hangi bir yıldı,çok önemli değildi.
Seni düşündüğüm bir kaç andan başka...
Neler yaşandı,neler geçti,ne akşam kızıllıkları,ne sabah alacakaranlıkları,ne geceler kim bilir?Ahiretteki süre tahminimizin ispatı,dün gibi 1431 yazıp hilal resmi koyuşum yazıya,mucize diye sevinişim..Ömür defterinden bir yıl daha eksildi.Çocuklar bir yaş daha büyüdü.Yaşlıların ağrıları biraz daha arttı.Gençlerin deli akan kanları biraz duruldu,ergenlik dönemi çocuklarının içini sel aldı belki.Belki derin bir dönemeçti,geçildi.Kaç bebek dünyaya geldi,ve kaç ,kaç yaşında olduğu önemini yitiren insan ebedi aleme gitti...
Velhasıl,her bitiş bir başlangıcı getirdi.Yarın yeni bir yıl başlıyor,hayırla,bereketle,güzel niyetlerle dualarla inşallah..Kutlamanın yemek yerine oruçla olması ne ilginç,dilek tutmanın namazla,mum üflemek yerine gece bir kandil yakmak,takvim yaprağı yerine ayı izlemek...Kendini ayda bulmak,karanlık tarafında kalsak da üzülmemek,ille dolunay olacak demek,hilalin iki sivri ucu arasında gidip gelmek...Tek karının O nu anmak olduğunu bilmek...1432,sabırla,şükürle,muhabbetle..
Nice yıllara ne yavan,ne anlamsız bazen,sonsuzluklara,sonsuzluklara....
Küçük kederleriyle,büyük sevinçleriyle.
Her hangi bir yıldı,çok önemli değildi.
Seni düşündüğüm bir kaç andan başka...
Neler yaşandı,neler geçti,ne akşam kızıllıkları,ne sabah alacakaranlıkları,ne geceler kim bilir?Ahiretteki süre tahminimizin ispatı,dün gibi 1431 yazıp hilal resmi koyuşum yazıya,mucize diye sevinişim..Ömür defterinden bir yıl daha eksildi.Çocuklar bir yaş daha büyüdü.Yaşlıların ağrıları biraz daha arttı.Gençlerin deli akan kanları biraz duruldu,ergenlik dönemi çocuklarının içini sel aldı belki.Belki derin bir dönemeçti,geçildi.Kaç bebek dünyaya geldi,ve kaç ,kaç yaşında olduğu önemini yitiren insan ebedi aleme gitti...
Velhasıl,her bitiş bir başlangıcı getirdi.Yarın yeni bir yıl başlıyor,hayırla,bereketle,güzel niyetlerle dualarla inşallah..Kutlamanın yemek yerine oruçla olması ne ilginç,dilek tutmanın namazla,mum üflemek yerine gece bir kandil yakmak,takvim yaprağı yerine ayı izlemek...Kendini ayda bulmak,karanlık tarafında kalsak da üzülmemek,ille dolunay olacak demek,hilalin iki sivri ucu arasında gidip gelmek...Tek karının O nu anmak olduğunu bilmek...1432,sabırla,şükürle,muhabbetle..
Nice yıllara ne yavan,ne anlamsız bazen,sonsuzluklara,sonsuzluklara....
2 Aralık 2010 Perşembe
Hayata Ruh Katmak İçin Ne Yapılabilir?
Düşünüyorum,düşünüyorum,bir önceki yazıdaki cümleleri ilk duyduğumda iyi ama nasıl deyişim geliyor aklıma ne kadar istemiştim,şöyle somut bir kaç öneri,bu hafta cumartesi soru soran o masum kız,nasıl olacak peki? deyip imdat isteyen,somut bir şeyler söylesen diyen özlem,yeniden düşündürdü beni,halbuki bu iş öyle görünmez ve başka bir elle ki sanki,ve bir varmış bir yokmuş gibi...Şimdi ne olur ufacıcık bir parça yakalayan söylesin,yazsın,beraber uğraşalım hayatımızı yapılandırmaya olmaz mı?Benim duyduklarımdan aklıma gelenler,
- Bolca gözlem,etrafa bakmak,geceyi,gündüzü seyretmek,kuşun kanat çırpışını,bir kedinin sıçrayışını,yaprakların düşüşünü izlemek...
- Küçük ayrıntıları görmek,keşfetmek...
- Bir çiçeğin bakımını üstlenmek.
- Renkli ekranlar yerine,camdan dışarıyı,özellikle gökyüzünü izlemek..
- Kendine bir örnek belirlemek,hayat şablonunu çıkarmak,ve koordinatlarını belirlemek..
- Her işi yaparken ayrı bir konsantrasyon geliştirmek,özdeşim kurmak,çağrışım oluşturmak.Peygamberimizin burada yaptığı her şeyi ahirete bağlaması gibi..Su içerken,sudan çok aşk istemesi gibi..Yemekle cennet taamı,giyecekle ahiret libası istemesi gibi,ve bunlar için onu daha iyi tanımak..
- Okumak,en dar ve geniş anlamıyla,Allah ın adıyla okumak..
- Her işte ,bulabildiğimiz kadar Esma yı hatırlamak,temizlikte Kuddüs gibi,severken Vedüd gibi..
- Dıştaki herşeyin içteki aksini aramak..Yemeği yakmamak,taşırmamak,kıvam tutturmaya çalışmak..
- Hayalperest olmak,yanımızda bir çift göz hayal etmek,keşke hep becerebilsek..
- Haram denilen sınırları iyi bilmek ve ihlal etmemek,her sınr ihlali zevk alabilme yeteneğini bir nebze daha köreltir çünkü.İçki içen için her şey artık içkiyle güzeldir.Sigara içen için içmeyenler keyifsizdir.Hep müzik dinleyen sessizliğin güzel sesini unutur,sessizlik sıkıcı gelebilir.Damağını kuvvetlendiren somun ekmeğin tadını alabilir mi?
- Oruç tutmak,iftar etmek.
- Gerçek çözüm merciiyle,Rable konuşmak,ne ve neden yapmaya çalıştığını ,yapamadığını içtenlikle anlatmak .
- Her halin bizim için olduğunu peşinen kabul etmek.
- Küçük olduğunu kabullenmek.
- Küçük şeylerle mutlu olmak.
- Gülümsemek.
- Gizlice ağlamak,yeniden gülümsemek.
- Kendinden başka birilerini mutlu etmeye çalışmak.
- Aşık olmak,olmuyorsa aşık taklidi yapmak,40 gün dersek olur ya....
- Sevmek,sevmek,sevmek....
- Bir dosta kulak vermek..Sonradan geldi,iyi geldi Hilal,sağol...(26ocak2011)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)